T A R İ H (I) (E S K İ D Ö N E M)
1. PREHİSTORYA’DAN TARİHİ DÖNEMLERE KADAR ANTALYA BÖLGESİ
1.1. Prehistorya (Doç. Dr. Recai TEKOĞLU)
Dünya nüfusunun oldukça sınırlı olduğu, insanların ancak küçük topluluklar halinde yaşamlarını sürdürdükleri evrelerde geçinme biçimi avcılık ve toplayıcılıktan oluşuyordu. Henüz tarıma geçilmemiş, meskenler inşa edilmemiş, yerleşik bir hayatın sürdürülmesi için sabit ikametgâhlar oluşturulmamıştı. Bu dönemlerde insanlar küçük topluluklar halinde bulabildikleri sığınaklarda yaşar, avcılık yaparlarmış. Avlanmaya dayalı geçim modelinin sonucu olarak belirli zaman aralıkları içinde ikametgâhlarını değiştirirlerdi. Bu açıdan toplulukların yayılma alanları çok genişlemiştir. Anadolu yarımadasına ulaşmış grupların bazıları Boğazları geçmiş, Balkanlara ve oradan da Avrupa’ya yayılma imkânı bulmuşlar. Henüz ısınma ve pişirme yollarını öğrenmişlerdi, taş ve ahşap aletlere biçim verebiliyor, çeşitli giysiler üretebiliyorlarmış. Bu uzun dönemlere ait kanıtlar ele geçebilen insan ve hayvan kemiklerinden oluşmaktadır. Bizim maddi kanıtlarla izlerini sürebildiğimiz dönemler insanların alet yapmaya başladıkları dönemlerdir. Kullanılan aletlerin niteliğine göre arkeologlar, “Taş”, “Toprak” ve “Maden” evreleri ayrıştırırlar. Gerçekten de kullanılan aletin niteliği ve kullanılma biçimi, bu ilkel insan kümelerinin yaşamında köklü değişikliklere yol açmış, göçebelikten yerleşik yaşama geçmesini sağlamış ve sonuçta da devlet başlığı altında toplumsallaştırmıştır. Bu çok uzun ve sabırla işlenmeyi gerektiren bir süreçtir. Belirli yazı türleriyle kendimizi anlatabildiğimiz, örgütlü meslek grupları ve siyasal rejimlerle kendimizi temsil ettiğimiz tarihi çağların toplamı günümüzden 5.500 yıl kadar eskiye gider, ama tarih öncesi evreler 500.000-400.000 gibi rakamlarla telaffuz edilmektedir. Böylesine uzun bir dönemi, antropologların ve arkeologların yürüttükleri kazı ve yüzey araştırmaları sayesinde bilebiliyoruz. Anadolu’da çok geniş bir coğrafya alanında yürütülen araştırmalarda çeşitli canlı türlerine ait kemik kalıntılara rastlanmaktadır. Bunlar arasında hem nesli tükenmiş ve halen varlığını sürdüren hayvanlar hem de homo sapiens sapiens türünde insana ilişkin sistematik kalıntılar yer almaktadır. Araştırmalardan dönemin iklim yapısı, coğrafya özellikleri, fauna ve flora sistemleriyle ilgili değerli bilgiler elde edilmektedir. Anadolu’da homo sapiens’e ait bilinen en eski yerleşim alanlarından bir tanesi Antalya kent merkezinden yaklaşık 30 km kuzeybatıda Korkuteli yolu üzerinde bulunan Karain Mağarası’dır. Tarihlendirilmesi günümüzden yaklaşık 500.000 yıl kadar geriye, başka bir deyişle Alt Paleolitik Çağa uzanmaktadır.Paleolitik çağ, Eski Taş Devri anlamına gelmektedir. Bu çağ günümüzden 2 milyon yıl kadar geriye gider ve günümüzden 12.000-10.000 yıl önce de sona ermiştir. Alt Paleolitik Çağ ise, bu zaman diliminin 2 milyon ila 140.000 yılları arasında kalan evresini içerir. Karain’de homo sapiens neandertalensis’e ilişkin kemik kalıntıları da ele geçmiştir. Bunlar, tüm Anadolu’da ele geçen en erken fosil kalıntılarıdır. Karain, Roma imparatorluk çağına kadar iskân görmüş, araştırmalara stratifikasyon sağlayan önemli bir yerleşim alanıdır. 140.000 ila 40.000/30.000 yılları arasında kalan Orta Paleolitik Çağ’da Karain Mağarası Anadolu’daki diğer Orta Paleolitik Çağ yerleşimleriyle karşılaştırılmasına olanak sağlayan veriler sunmaktadır. Taş alet endüstrisinde belirgin bir gelişme görülmektedir. İrice yongalanmış taş aletlerin yerini ince, küçük çentikli sistematik yongalanmış taş aletler almıştır. Avlanma amacıyla üretilmiş olan aletlerin yanında kesme, doğrama ve kıyma işlemlerine yarayacak bir çeşitlenmeye rastlanmaktadır. Yanmış kemik ve odun kalıntıları bu dönemde görülmektedir. Elmalı yakınlarındaki Kocapınar Köyü’nde de Geç Orta Paleolitik evreye ilişkin buluntulara rastlanmıştır. Orta Paleolitik Çağ’dan Üst Paleolitik Çağ’a geçiş daha çok çevresel koşulların yol açtığı değişikliklerle belirginleşmiştir. İklimde önemli çapta bir soğuma olmuş, bunun sonucu olarak çeşitli canlı türleri yok olup gitmiştir. Anadolu’da varlıkları zaten çok sınırlı olan homo sapiens neandertalensis yeni yaşam koşullarına ayak uyduramamıştır. Üst Paleolitik Çağ, çevre koşullarını alet üretimindeki başarısı, sürati ve çeşitliliğiyle aşabilmiş homo sapiens, sapiens’in egemenlik ve yayılma evresi olarak anlaşılmaktadır. Bu döneme ait kalıntılara hemen hemen Anadolu’nun pek çok bölgesinde rastlanmaktadır. Bu dönem günümüzden 40.000/30.000 ila 12.000/10.000 yılları arasında kalan evre olarak anlaşılmaktadır. Karain mağarasının yakınındaki Öküzini Mağarası, bu çağın son evreleri hakkında değerli veriler sağlamaktadır ve bunlar günümüzden 16.000 yıl öncesine tarihlenebilmektedirler. Üst Paleolitik Çağ, iklim değişiklikleriyle sona ermiştir. Avrupa’nın kuzeyini kaplayan buzulların geri çekilmesiyle iklim ılımanlaşmış, yağışlar artmış, deniz seviyesi yükselmiştir. Bu şartlar özellikle Yakın Doğu ve Doğu Akdeniz’de yeni geçinme yollarının doğmasınave artmasına yol açmıştır. Homo sapiens sapiens yine barınaklarda yaşıyordu, ancak silah endüstrisinde başardığı değişiklik ve yenilikler onu başka bir çağa sokmuştur. Nispeten daha kısa süren bu çağ, Epipaleolitik veya Mesolitik Çağ olarak tanımlanır. Orta Taş Çağı demektir. Kullanılan alet ham maddesi yine taştı, ancak bu kez mikrolit ve kompozit aletler üretme becerisi ortaya çıkmış, avlanmanın türüne göre ok, yay, küçük ölçekli mızraklar ve çeşitli baltalar geliştirilmiştir. Bu döneme ait yerleşim yerleri arasında Antalya bölgesinden önemli mağaralar tespit edilmiştir. Karain ve Öküzini Mağaralarının yanında özellikle Beldibi bölgesinde kalan Belbaşı, Hayıtlıgöl, Kumbucağı ve Sarıçınar kaya sığınaklarının adları sayılabilir. Bunların bazılarında kazıma ve aşı boyasıyla boyanmış mağara resimlerine rastlanmaktadır. Epipaleolitik Çağ, özellikle tarım ekonomilerinin ortaya çıkışıyla sona erer ve başlangıcı bölgeden bölgeye değişkenlik gösteren Neolitik Çağ yani Yeni Taş Çağı, devreye girer. Neolitik Çağ, çeşitli Yakın Doğu ülkelerinde günümüzden 10.000-7.000 yıl önce başlamıştır. Neolitik Çağı belirleyen özellikler arasında başta iklim değişikliği yer alır. Bu iklim değişikliği arpa, yulaf, çavdar, buğday ve baklagillerin tarımda kullanılmasına yol açmıştır. Böylece daha kalabalık nüfusların toplandığı yerleşim yerleri, köyler, ortaya çıkar. Kerpiç mimari, saz ve odun malzemenin yerini alır. En önemli gelişmelerden bir tanesi de toprağın alet ve kap üretiminde kullanılmasıdır. Hem güneş altında kurutmak hem de ocakta pişirmek suretiyle keramik üretimi ve endüstrisi ortaya çıkmıştır. Neolitik Çağın incelenmesinde çanak çömleğin varlığı ve yokluğu belirleyici bir rol oynamaktadır. Keramik malzemenin kullanımı, ilkel insanın günlük yaşamını oldukça derinden etkilemiştir. En önemli iki gelişmeyi bu sürece borçluyuz. Bir tanesi, yerleşik toplumlara özgü üretim ve depolama, diğeri de en geniş anlamıyla kültür kavramının belirli bir halk grubuna adapte edilebilmesi. Antalya il sınırları içinde kalan bölgede Neolitik Çağ yerleşim alanları çok değildir. Ovalık alanda Prehistorya yerleşimleri kıttır, ancak sistemli bir araştırmaya konu olmamakla birlikte Manavgat yakınlarındaki Pazarcık’da Üçtepeler ve Aksu yakınındaki Murtana ve Solak’da Prehistorik Çağa tarihlenebilen çanak çömlek parçaları tespit edilmiştir. Yayla alanlarında ise yalnızca Bademağacı Höyük’te yapılan sistematik kazılarda bir takım sonuçlara ulaşılmıştır. Batı Akdeniz bölgesinde Beldibi Kaya Sığınağı, Bademağacı ve kısmen Bucak’taki Höyücek şimdilik bölgenin bilinen en eski Neolitik yerleşimleridir. ve burada ele geçen keramiklerin Burdur Kuruçay’la ilişkisi olduğu anlaşılmıştır. Başka bir deyişle Neolitik çağ, bölgenin kendi dinamiklerinin sonucunda değil, tarımın ve endüstrisinin dışarıdan gelişiyle başlamıştır. Bu çağda Orta ve Güneydoğu Anadolu’da, Yakın Doğu ve Kuzeybatı Afrika’da akarsu kıyılarında önemli kültür merkezlerinin ve kalabalık kent dokularının ortaya çıktığı görülmektedir. Nüfus hareketlerini belirleyen en önemli faktörün tarımın yayılması olduğu ve yayılmanın Orta Anadolu’dan Adalar ve Balkanlara doğru genişlemiş olduğu anlaşılmaktadır. Neolitik çağda pişmiş keramiğin üretilmesinde kullanılan teknik, aynı zamanda metalurjinin gelişmesine yol açmıştır. Bakır kullanımı ve yaygınlığı bakımından tüm Eskiçağ’da bir devir özelliği gösterir. Bu nedenle Neolitik Çağdan sonra gelen çağa Kalkolitik Çağ adı verilir. Bakır Taş Çağı anlamına gelir. Ortalama olarak M.Ö. 6. binyılın başlarından itibaren bakırın kullanılmaya başlandığı tespit edilmektedir. Bölgede Kalkolitik Çağ’da bir nüfus hareketi ve yapılanması tespit edilmemektedir, ancak hemen sınırda bulunan Burdur’daki Hacılar ve Kuruçay oldukça değerli veriler sağlamışlardır. Zengin geometrik desenli kaplar, oldukça ilgi çekici bezeme örnekleri ve ana tanrıça biçimli topraktan yapılmış heykelcikler bu dönemde oldukça karakterize olmuştur. Çevresi surlarla çevrilmiş yerleşim alanlarına rastlanmaktadır. Kalkolitik dönemin en zayıf göründüğü alanlardan bir tanesi ise Antalya bölgesidir. Maden çağlarının ikinci evresi bakırın kalayla karıştırılması sonucu elde edilen bronzdan oluşmaktadır. M.Ö. 4. binyılın sonları ile 3. binyılın başları Bronz Çağın başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Evre, yaklaşık 3 binyıl sürmüştür. Bronz, işlenmiş bakıra oranla daha dayanıklıydı ve aşınması daha zordu. Silah üretiminde çok etkili kullanılmıştır, ancak üretimi zor ve masrafl ıydı. Ayrıca kült objelerinde de sıkça kullanıldığı görülmektedir. Altın, gümüş ve elektronun kullanımında bir artış vardır. Pişmiş toprak eserler, büyük bir zenginlik ve çeşitlilik göstermektedir. Bronz çağı, bir bütün olarak ele alındığı zaman, Prehistorya’nın sona erip tarihin başladığı dönem olarak kabul edilebilir. Burada sınırı belirleyen ayrım, yazının icadıdır. Erken Bronz evresinden itibaren Mısır’da ve Sümer’de resim niteliğinde piktografik yazılar kullanılmaya başlanmıştır. Mısır’da sembolik nitelikteki yazı giderek tam bir piktografik yazıya, yani hiyeroglif yazısına dönüşürken, Ön Asya’da resim yazısının yerini biçimsel olarak soyutlaşmış çivi yazısı almıştır. Bu yazılar birleşik Mısır’ın, Sümer, Akad ve Elam gibi büyük devletlerin yazışma aracı olmuştur. Yazının icadı genel anlamda insanlık tarihi için bir dönüm noktasıdır. Anadolu coğrafyası bu türden gelişmelere ancak yaklaşık 1.500 yıl sonra katılacaktır. Bronz Çağı, aynı zamanda çeşitli göç ve istila hareketleriyle kendini gösteren bir çağdır. Batı Anadolu ile başta Girit olmak üzere Ege Adaları arasında çanak çömlekle temsil edilen kültürde bir benzerlik tespit edilmektedir. Bu benzerlik Adalarda yaşayan halkların kökeninin Anadolu olduğu görüşünü desteklemektedir. Ayrıca İç Anadolu’da ve Batı ve Güney sahilleri boyunca ortaya çıkan yerleşim yerlerindeki kültürün M.Ö. 2. binyılın ortalarında Anadolu’da egemen olan kültür ve nüfus yapılanmasıyla bir devamlılık içinde olduğu anlaşılmaktadır. Büyük bir olasılıkla Hint-Avrupaî kökenden bazı halklar Erken Bronz I evresinin başlarından itibaren Anadolu’ya girmişlerdir. Bronz çağının erken evreleri, bölgede Elmalı yakınlarındaki Karataş-Semayük, Müğren Höyüğü, Hacımusalar ve Bademağacı bulgularıyla desteklenmektedir. Erken Bronz Çağının son evrelerine doğru genel anlamda Anadolu coğrafyası Ön Asya devletlerinin ilgi alanına girmiştir. Akad hanedanlığının kurucusu ve M.Ö. 2334-2269 yılları arasında hüküm sürmüş olan Sargon, Amanos ve Torosları geçmek istemiş, ancak birleşik güçlerin gösterdiği direnç sonucunda geri çekilmiştir. Anadolu’da bu çağda önemli kent devletlerinin bulunduğu çok çeşitli bölgelerde yapılan kazılarda ele geçmiş seçkin arkeolojik buluntulardan anlaşılmaktadır. Nitekim 2. binyılın başlangıcından itibaren Asurluların hem karada hem de sahil şeridinde ticaret yolları oluşturmaya başladıkları görülmüştür. 17. yüzyılın sonlarına kadar Ticaret Kolonileri Çağı yaşanmıştır. Yazı, Anadolu’ya ilk defa bu dönemde çivi yazısı olarak girmiştir. Anadolu’ya özgü Kültepe Akadçası denen dil, Anadolu’nun ilk yazılı belgelerinin dili olmuştur. Bu çağda Anadolu’da önemli ölçekte kent devletlerinin ortaya çıktığını ve bunlardan yine Kültepe, veya Kaneş, kökenli bir kolun Hattuşa’yı iskan etmek suretiyle Hitit devletini kurduğunu görüyoruz. Hitit devleti, Anadolu kökenli halkların tarihi gelişiminin başlangıcını ifade eder.
1.2. Hitit Çağı
Bütün bu gelişmelerin yaşandığı dönemlerde Antalya bölgesi, tamamen sessiz ve etkisiz bir süreç geçirmiştir. Bölgenin tarih sahnesine çıkabilmesi Hitit krallarının Batı Anadolu seferleri düzenlemesine kadar bekleyecektir. Bugünkü Antalya il sınırları içinde kalan çeşitli eski coğrafya adlarının Hitit çağından kalma olduğunu güvenle öne sürebiliyoruz. Bunlar arasında Perge, Kesros, Patara gibi yer adları sıralanabilir. Bunlardan bazılarına ilk kez M.Ö.1267-1237 yılları arasında hüküm sürmüş Hattusilis III’ün “Yıllıklar”ında rastlanmaktadır. Yıllıklarda Nahita ve Sallusa kentleri Lukka ülkeleri arasında sayılmışlardır. Nahita adı Magudos’a karşılık gelebilir. Bugünkü Niğde kentinin adı Helence Nagidos olarak söylenirdi ve bu isim Hititler çağındaki Nahitiya adından geçmiştir. Araplar ve Bizanslılar ise bu kente Magida derlerdi. Doğal olarak M ve N seslerinin tarihi olarak yer değiştirmesi olasıdır. Hititler dönemindeki bir yer adının içinde geçen “h” sesi ise Helence’de genel olarak “g” veya “k” ile gösterilmiştir. Bu kurallı olarak ortaya çıkan ses değişikliklerinden bir tanesidir. Benzer bir şekilde Sallusa ve Silluon adları da kökensel bir benzerlik gösterebilirler. Doğal olarak şu aşamadaki bilgilerimiz çerçevesinde Magudos ve Silluon kentlerinin Hitit çağından geriye kalmış olduklarını destekleyebilecek her hangi bir arkeolojik kanıt mevcut değildir. Ancak bir etimolojik varsayımın mutlaka arkeolojik bir kanıtla desteklenmesi zorunluluğu bir şart olarak aranmamalıdır. Dil teknikleri açısından bu türden yer adlarının kökeninin Hellence olmadığını söylemek bile yeterlidir. Kaldı ki, örneğin, Perge’de bu türden bir tartışma hem dil hem de arkeolojik açıdan bir sonuca bağlanmıştır. Perge kentinde Hitit çağına ait buluntular artık tartışma götürmeksizin ortaya çıkmıştır. Kentin adı da M.Ö. 1237-1209 yılları arasında hüküm sürmüş Tudha liya IV zamanına ait bir antlaşma metninde de açıkça geçmektedir. Hitit kralı Tudhaliya, antlaşma imzaladığı Hitit kralı Muwatalli’nin oğlu Kurunta ile sınırları belirlerken şöyle demiştir: “Kastaraya nehrine kadar olan topraklar Hulaya-Nehri ülkesinde Tarhuntassa’ya sınır olsun. Kastaraya nehrinin yakınındaki Parha ise Lukka ülkesi sınırlarında kalmaktadır. Bu ülkeyi ele geçirirsem, bu toprakları da senin ülkene katacağım”. Kastaraya, açıkça bugünkü Aksu Çayı’nın Hellen- Roma çağındaki söylenişi olan Kestros’a karşılık gelmektedir. Bunun yanı başındaki Parha kenti de yine Hellen-Roma çağındaki söylenişiyle Perge’dir. Tarihi coğrafya açısından ele alındığı zaman Hitit metinlerinden Aksu’ya kadar gelen bölgenin apanaj Tarhuntassa devlet ine, Perge’den itibaren başlayan toprakların da Lukka memleketine ait olduğu anlaşılmaktadır. Tarhuntassa kentinin yeri tespit edilmemiş olmakla birlikte Tarhuntassa devletinin sınırları nispeten daha iyi bilinmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla bu devletin güneydoğu sınırları Silifke civarından başlamakta ve tüm sahil boyunca ilerleyerek Aksu’da sona ermektedir. Kuzeybatı sınırı ise Eğirdir ve Beyşehir Gölleri üzerinden düz bir hat halinde Konya Hatip’e ulaşmakta ve buradan Karaman’a kadar devam etmektedir. Bu devletin Aksu’ya kadar uzanan bir kısmı Hulaya Nehri memleketi sınırlarında kalmaktadır. Hulaya Nehri, Manavgat Çayı olabilir. Antalya il sınırları içinde kalan sahada şimdiye değin Hitit Çağı’ndan her hangi bir yazılı belge ele geçmemiştir. Bu nedenle doğrudan doğruya bir belge üzerinden tartışma yapabilecek durumda değiliz, ancak dolaylı olarak, Tunç çağında bölgede yaşamış halk grupları hakkında bir takım görüşlerimiz mevcuttur. Özellikle Tırmice’de, Pamphulia Helen lehçesinde ve Sidece’de korunmuş olan çeşitli dil özelliklerine ve şahıs adları yapılarına bakarak bölgede yaşayan halk gruplarının Anadolu kökenli Hint-Avrupaî kavimler olduğu sonucu elde edilebilmektedir. Hitit devletinin yıkılışına eşlik eden sürede bölgede neler olup bittiğini bilmiyoruz. Çeşitli Hitit metinlerden bölgede daha çok denizcilik faaliyetlerinin yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Hitit devletinin güney-batı Anadolu’yla Kıbrıs arasında kalan bölgeyi korsanlık nedeniyle kontrol edemediği ve müttefik devletlerden yardım istediği belgelere yansımıştır. Milletlerarası deniz taşımacılığında bölgenin bir rolü olduğu, tespit edilen gemi batıklarından bellidir. Kaş yakınlarındaki Uluburun ve Adrasan yakınlarındaki Gelidonya batıkları Tunç çağındaki deniz ticareti hakkında değerli bilgiler vermektedir. Şüphesiz il sınırları içinde kalan alanda oldukça nadir rastlanan Tunç çağı verilerine yenilerinin katılması bölgenin arkeolojik niteliğinin anlaşılmasına değerli katkılar sağlayacaktır. Oldukça yakın bir dönemde Kumluca yakınlarındaki Gagai ören alanını civarında Tunç çağı keramik kalıntılarına rastlanmıştır. Buluntular, Batı Antalya sahil güzergâhının Elmalı eksenli bir kültürel dokunun içinde bulunduğuna işaret edebilir. Tunç Çağı’nın ve Hitit devletinin sona ermesine neden olan sebeplerin başında büyük istilacı grupların ve kullandıkları demirden eşyaların büyük bir rolü vardır. Üretimi tunca göre daha kolay, kullanımı daha yaygın olan demir, büyük kitlelerin elinde silaha dönüşünce kavimlerin kaynaşması kaçınılmaz olmuştur. M.Ö. 12. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yeniçağa Demir Çağı denir. Bu çağı karakterize eden özelliklerin başında “Kavim Göçleri” ve ardından gelen “Karanlık Dönem” yer almaktadır. Kavim Göçleri dönemi arkeolojik bakımdan ispat edilmemiş, ancak çeşitli tarihi belgelerin yorumlanmasından anlaşılan bir durumdur. Mısır belgelerinde Batı Anadolu’dan kalkıp bütün Anadolu’yu, Kıbrıs’ı, Filistin’i yerle bir ederek Mısır kapılarına dayanmış olan insanlara “Deniz Kavimleri”adı verilmiştir. Bu kavimlerin kökeni hakkında hala devam eden tartışmalar bulunmaktadır. Kavimlerin kaynaşmalarına örnek gösterilen başka bir unsur da Troya savaşı sonrası bir kurucu önderin başkanlığında sağa sola dağılan halk gruplarıdır. Ayrıca, Helen anakarasında Muken’lerin yıkılmasına sebep olan kuzeyli Dor kavimlerinden söz edilmektedir. Bu çağda Balkanlardan Anadolu’ya geldikleri var sayılan kavimlerden bir tanesi de Fruglar’dır. Demir çağının başlangıcında kavim kaynaşmalarının meydana gelmiş olması, Karanlık Çağ sonrası ortaya çıkan tamamen farklı nitelikteki yeni halk gruplarından da anlaşılabilir. Kavim istilaları, başladığı gibi sona ermiş, evreleri bölgelere göre değişmekle birlikte en az 200 ila 300 yıllık bir kopukluk yaşanmasına sebep olmuştur. Yine de bu çağın başlangıç yüzyıllarında Anadolu’nun güney ve orta kısımlarında ikinci binyıl geleneklerini sürdüren şehir devletleri ortaya çıkmıştır. Bu şehir devletlerinden bazılarının, Ereğli’deki Tuwana krallığıyla Adana’daki Hiyawa krallığının etki alanı büyük bir olasılıkla Antalya il sınırları içinde kalan toprakların bir bölümüne ulaşıyordu. Bu kapsamda Aspendos kent adının Adana’daki Hiyawa krallığına bağlı General Azatiwataya ile aynı kökenden isimler olmaları anlamlıdır. Azatiwataya aynı zamanda bir kent adıdır ve tam olarak Pamfuliya Helen lehçesinde “Aspendoslu” sözcüğünün karşılığı olan Estvediyus ile eştir. Bu çağda kentin doğu sınırlarının Ön Asyalı kavimlerle ilişkisi olduğunu gösteren başka bir belge de M.Ö. 8. yüzyıla tarihlenen, Alanya yakınlarındaki Cebel-i Reis Dağında bulunmuş Fenikece bir yazıttır. Fenikece, Eski Anadolu dillerinden olmamakla birlikte, özellikle 9. yüzyıldan itibaren bir diplomasi dili olarak bölgeye girmiştir. Hiyeroglif yazılı kitabelere zaman zaman bu diplomasi dilinin eşlik ettiği görülmektedir, ancak çeşitli Fenike kolonileri Kıbrıs’ta daha etkin bir şekilde faaliyetteydiler. Tırmiler kent sınırları içinde belirli bir dil ve arkeoloji vasfıyla tanımlanabilen ilk büyük uygarlık Tırmilere aittir. Teke Yarımadasının hemen hemen tamamına yerleşmişlerdir. Bunlara ait yüzlerce kaya mezarı, lahit, stel ve dikme anıtlar kentin batı ve kuzeybatı sınırları içine dağılmıştır. Tırmilerin Helenceyle ilgisi olmayan özgün bir yazı ve dilleri vardır. M.Ö. 5. yüzyılın başlangıcından Makedon Aleksander’in gelişine kadar yazılı varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Helenler, bu yerli Anadolu kökeninden gelen insanların yaşadığı bölgeye Lukiya adını vermiştir, ancak Helen kaynakları titizlikle incelendiği zaman “Lukiyalı” sözcüğünden Helenlerin kast edildiği anlaşılacaktır. Herodotos, bunların Girit kökenli olduklarını ve adadan göçtükleri sırada bunlara Termilai dendiğini söylemiştir. Ancak bugün dil ilişkilerinden de çok iyi bildiğimiz üzere Tırmilerin Giritli olabilecekleri görüşü tarihi değildir. Helen tarihçileri doğal olarak memleketin yerel adı hakkında bazı duyumlara sahiplerdi, ancak genel tarihçi yaklaşımları o çağlarda çok rağbet gören, tıpkı Eski Mısırlıların ve Yahudilerin yaptığına benzer bir şekilde kavimlerin soyları ve boylarına yönelik Helenci bir ideoloji içeriyordu. Bu nedenle objektifl ikten uzak sayısız halkın kökenini Helenleştirmiş ve Helen soylarına bağlamışlardır. Oysa burada yaşayan yerli halk kendilerine Tırmili, ülkelerine de Trm belgelerinde bu adı mis derlerdi. Persler de bu adı benimsemiş ve kullanmışlardır. Diğer Ön Asya halkları da aynı adlandırma şeklini benimsemişlerdir. Biz Türkçe’de bu yerli insanlara “Lukiyalı” değil, “Tırmili” denmesinin daha doğru ve tarihi bir yaklaşım olduğunu savunuyoruz. Helenistik çağdan itibaren bölge, yoğun ve giderek artan bir şekilde Helen kültürünün etkisi altına girmiş olduğu için Greko-Romen dönemde bölge adı tam olarak Lukiya’ya dönüşmüştü ve bu bölge adından hareketle burada yaşayanlara Lukiyalı denirdi. Ayrıca “Lukiyalı” adı, bir etnik ad değildir, “Lukiya bölgesinden olan kimse” anlamında bir genelleştirme sıfatıdır. Anadolu’nun ikinci ve birinci binyıl dil ve tarih dinamiklerini yeterince dikkate almayan kimseler Lukia adının, Helenlerden de önceye, Hitit metinlerinde geçen Lukka adına kadar dayandığını düşünürler ve bir aracı gelenek olarak Homeros’tan söz ederler. Öncelikle Homeros, tarihi anlamda bir aracı geleneği temsil etmez. Ayrıca Homeros’un sözünü ettiği Sarpedon ve Bellerophon gibi şahsiyetler ve İlias destanında adı anılan Lukiyalılar yine yerlilerden değil, Helen kökenindendirler. Bunların Anadolu’nun yerli halkı olduğunu ima eden bir tek satır dahi yoktur. Bunun dışında, Pamfuliyalılar kısmında da ele alınacağı gibi, Anadolu’nun ikinci binyıl geleneklerini birinci binyılda sürdürmesi olanaklı Helen halkları da o çağda nadolu’da mevcut değildi. Lukiya adı, Helen “soylar ve boylar” ideolojisinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yer adlarının hangi süreçler üzerinden koruna gelmiş olabileceğini bildiğimiz belirli bir formül yoktur. Yer adlarının devamlılığının veya devamsızlığının sayısız modeli vardır. Tırmiler, dil özelliklerinden de çok iyi bildiğimiz üzere, Anadolu’nun ikinci binyıl halklarındandırlar. Bunların dili, batı ve güneybatı Anadolu’ya yayılmış olan Luvi’lerin dilinden etkilenmiştir. Kaynaklarda sıkça Luvice’nin bir ardılı gibi gösterilir, ancak bu bütünüyle doğru bir yaklaşım değildir, çünkü Tırmilerin dilinde Luvice’den daha eskilere giden Hint-Avrupa ses özelliklerine rastlanır. Dolayısıyla burada Luvice’yle yakın ilişkileri olan, ancak kökenini Luvice’den almamış bir dil söz konusudur. Tırmiler, Batı Anadolu’nun Fruglar ve Şfardlar (Sardisli= Ludiyalı) gibi çeşitli halklarının aksine başlangıcından itibaren etkin bir siyasi birlik oluşturmamışlardır. Göçmenlik, paralı askerlik ve sürgünlük bilmezlerdi. Bunlar, sahildeki veya yayladaki yüksek bir tepeye konumlanmış tahkimatlı kentlerde “Kent Beylikleri” düzeninde yaşayan feodal bir toplumdan meydana geliyorlardı. Herodotos’un söylediği, ana yanlı “matriarkal” bir yaşamları olduğu açıklaması, Tırmi dilindeki yazıtlarda doğrulanmış bir konu değildir, ancak Artemis, Leto ve Maliya gibi tanrıçalara ve “yücelmiş ana” temalarına yazıtlarda rastlanır. Tırmi ülkesi, M.Ö. 546-538 yılları arasında Pers kralı Kuros’un generali Harpagos tarafından ele geçirilmiştir. Perslerin bölgeyi ele geçirmesi, tam bir atılım ve canlanma dönemine yol açmıştır. Perslerin çeşitli Anadolu halkları üzerindeki etkisi hep çok olumlu olmuştur. Öncelikle, bu küçük halkların belirli bir siyasal rejim altında yönetilmeleri bunların ekonomik açıdan önünü açmıştır. Gelişmeleri ve kalkınmaları bu döneme rast gelir. Perslerin Anadolu’da oluşturdukları rejim, bir tür Valilik niteliğindeki “Satraplık” lardan oluşuyordu. Çağın en önemli ve en güçlü devleti olan Persler, bu insanların sanatlarını, dillerini ve yazılarını derinden etkilemiştir. Olasılıkla Tırmilerin Helenlerle olan ilişkileri Perslerin gelişinden önceki evrelere kadar gitmesine rağmen, Helenler bu insanlar üzerinde böyle bir itici rol oynamamış, Perslere karşılık olarak bölgede yaşayan sınırlı sayıdaki Helenleri ve Helen dostlarını kollamış ve gözetmişlerdir. Helen kültürü daha o çağda bir dünya kültürü olma yönünde yol kat ettiği için doğal olarak Tırmilerin üzerinde bu kapsamda bir Helen etkisinden de söz edilebilir. Tirmilerin Pers istilasından sonraki siyasi rejimleri hakkında tam bir görüş bildirmek zordur. Persler, genel olarak, ele geçirdikleri ülkedeki siyasal sisteme karışmazlardı, ancak ülkenin veya bölgenin en ileri gelen Bey ve Kralını kendi satraplarına karşı sorumlu tutardı. İlk dönemin siyasal düzeni hakkında pek fazla bir şey söylenememektedir. Genel olarak bölgeyi ele geçiren Harpagos’un soyu tarafından yönetilmiş oldukları söylenmesine karşın, konu tam bir açıklık kazanmamıştır. Bir dönem Lidya’da konumlanmış olan satraplığa bağlı olarak yaşadıkları da bilinmektedir. Tirmilerin M.Ö. 454 yılı civarında Helenlerle Persler arasındaki savaşın bir sonucu olarak kurulan Delos Birliğine katıldıkları görülmektedir. Bu dönemde Ksanthos kökenli bir ailenin zamanla siyasal ağırlık kazandığı ve M.Ö. yaklaşık 450’li yıllardan itibaren etkin olduğu görülmektedir. Tırmi ülkesi 412’de tekrar Perslerin eline geçmiştir. 362 civarında baş gösteren Satrap İsyanları sırasında ülke siyasi ve askeri çekişmelerin içine düşmüş, doğuda Limyra’da (Kumluca) egemenlik kuran Perikle ile batıdaki Kariya satrapı Mausolos arasındaki çekişmelere sahne olmuştur. Çok geçmeden Tırmi ülkesi Karya satraplığına bağlanmıştır. Bu satraplık dönemi M.Ö. 334/3’de Makedon Aleksander’in Pers Seferiyle sona ermiştir. Aleksander’in Anadolu’ya ayak basması istisnasız bütün yerel halkların siyasal ve kültürel sonunu getirmiştir. Aleksander’in komutanlarından Nearkhos’un bir dönem bölgeyi yönettiği söylenmektedir, ancak bu dönem çok kısa sürmüştür, çünkü başka komutanların da bölgeyi idareleri altına aldıklarına dair söylentiler vardır. Bunlardan en etkin olanı 305/4’da Mısır’da krallığını ilan etmiş olan I. Ptolemaios Soter, kısa bir süre sonra Tırmi ülkesinin de dâhil olduğu çeşitli bölgeleri Anadolu’dan topraklarına katmıştır. Bunun izleri, özellikle II. Ptolemaios Philadelphos’un eşi Arsinoe’nin adının bir dönem Patara kentine verilmesinde görülür. Bölgenin belki de en uzun süren barış dönemlerinden bir tanesi de bu evrede görülür. Ancak Helenistik krallar özellikle M.Ö. 2. yüzyılda bir kaynaşma içine düşmüştür. Bunların başında Seleukos krallığı gelir. M.Ö. 222-187 yılları arasında krallık yapmış olan III. Antiokhos, 197’de Patara’ya kadar olan kentlerin bir bölümünü topraklarına katmıştır, ancak 188’de Apamea Antlaşması’yla bölge bu kez de Rodoslu’ların eline geçmiştir. Bu süreç 168’de federatif bir niteliği bulunan Lukiya Birliği’nin kurulmasına kadar devam etmiştir. Bölge, tam olarak bu dönemden itibaren devlet adı olarak resmen “Lukiya” unvanını kullanmaktadır. Artık bölgeyi özgünleştiren halkın yazısı, dili ve sanatı ortadan kalkmış, nüfus ve kültür kısmen Helenleşmiş ve bir bütün olarak Helen etkisine girmiştir.
1.3. Miluas ve Soluma
Tırmi ülkesinin Helenistik dönem öncesi halkı, Tırmi kökenli çoğunluktan oluşuyordu. Ancak onların dışında başka halkların da olabileceğine ilişkin kanıtlar vardır. Bunların arasında en başta Kaş’ta limana inen çarşının hemen başındaki görkemli lahitin üzerinde bulunan yazıtın dilini konuşmuş olan kimseler gelir. Bu insanların diline ait belgelere ayrıca Ksanthos kentindeki tiyatronun hemen yakınında bulunan dikme anıtın üzerinde de rastlanmaktadır. Bazı araştırmacılar bu yazıtların dilini konuşmuş olan insanların Miluaslı olduklarını düşünmektedir. Ancak bunu doğrulayabilecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Bu yalnızca bir varsayımdır. Herodotos’a göre bölgede Lukiyalı’lardan önce Termiliyalılar, onlardan önce de Miluaslılar ve Solumalılar ikamet ediyorlardı. Herodotos’un sık sık efsanelerle iç içe geçmiş açıklamalarını başka tarihi yaklaşım noktaları buluncaya kadar ihtiyatla karşılamak daha gerçekçi bir yaklaşım olur. Dolayısıyla Solumalıları ve Miluaslıları efsaneler alanından çıkaracak veriler şimdilik mevcut değildir. Çeşitli araştırmalarda bu dile Tırmi B (veya Lukiya B) adını verenler de vardır. Bu dili konuşan halk için her hangi bir siyasi tarih detayı bilinmemektedir.
1.4. Rodoslular ve Dorlar
Eski Yunan kaynakları bölgenin doğusunda özellikle Kumluca ve Phaselis arasında kalan çeşitli kentlerin erken dönemlerde Rodoslular tarafından kolonileştirildiklerini söylemektedir. Kumluca yakınlarında bulunan Rhodiopolis kenti bunun bir kanıtı sayılmaktadır. Phaselis’in ise M. Ö. 7. yüzyılda Rodos Lindos’undan gelen göçmenlerce kurulduğu kabul edilmektedir. Bunlar Dor Helencesi konuşuyorlardı. Phaselis’in siyasi tarihte önemli bir yeri vardır. “Helen dostu” kentlerden sayılır.
1.5. Pamfuliya ve Pamfuliyalılar
Antalya İl sınırlarının önemli bir bölümü, Helen- Roma çağlarında Pamphulia (=Pamfuliya) adıyla anılıyordu. Sınırları, kaba hatlarla doğuda Kilikiya, kuzey doğuda Lukaoniya, kuzeyde Pisidiya ve batıda Lukiya ile çevriliydi. Ancak Pamfuliya bölgesinin Klasik Çağda sahip olabileceği sınırlar tam anlaşılmış değildir. M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış Miletli Hekataios’a göre Kaş yakınlarındaki Phellos bir Pamfuliya kentiydi. Olasılıkla Phaselis ile karıştırılmıştır. M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış Ps. Skulaks, Pamfuliya kentleri olarak Aspendos, Side ve Sulleion kentlerinin adlarını saydıktan sonra bölge sınırlarını Kibura Minor’dan (Alanya yakınlarındaki Güneyköy) Korakesion’a (Alanya) kadar uzatmakta, ancak Düden çayı, Magudos (Karpuzkaldıran), Perge (Aksu) ve Artemis Tapınağına kadar olan toprakları Lukiya’ya dahil etmektedir. Bu Bölgenin batı sınırının Khelidonia civarından başladığına yönelik bir gözlem vardır. Tarihçi Livius, Pamfuliya-Lukiya sınırının Phaselis kenti olduğunu söylemiştir. Plinius Mela ise, Side ve Phaselis arasında kalan bölgeyi Pamfuliya olarak tanımlamıştır. Bugün daha alışılmış olan sınırların tanımı, tarihçi-coğrafyacı Strabon’a dayanmaktadır. Phaselis ve ondan sonra gelen Olbia kentinden Korakesion’a kadar olan toprakların Pamfuliya olduğunu ifade etmiştir. Doğudaki en uç sınırın Silifke yakınlarındaki Suedra kentine kadar uzandığı da düşünülmektedir. Ptolemaeus Claudius, bu kentin bir Pamfuliya kenti olduğunu yazmıştır. Alıntı yapılan kaynaklardan da anlaşıldığı üzere Pamfuliya bölgesinin sınırları bir belirsizlik göstermektedir. Roma İmparatorluk Çağı sınırları bir kenara konursa, bölgenin daha erken dönemlerdeki sınırlarının adlandırmaya dayalı bir şartlanmanın etkisi altında kaldığı görülür. Pamfuliya adı Helence’dir. Helence’de Panphulia ve Pamphulia şeklinde yazılışları görülür. Latince Panfilia, Pamphylia ve Pamphilia şeklinde yazılışlarına rastlanır. Bu yer adının Anadolu’nun daha eski evrelerine ait yer adlarıyla bir ilişkisi olmadığı çok açıktır. Helencedir ve anlamı ancak Helence üzerinden anlaşılmaktadır. “Tüm halklardan olan insanların yaşadığı memleket” gibi bir anlama gelmektedir. Ayrıca Helen “Soylar ve Boylar” teorisine göre Dor boylarından birinin adı Pamphulos’tu. Bunun dışında, çeşitli antik kaynaklar Pamphulia adını Mopsos’un kızıyla veya Kabderos’un kızıyla veya Rhakios ve Manto’nun kız kardeşiyle ilişkilendirmektedir. Doğal olarak bunlar efsanedir, ama Plinius Mela bu konulardan yola çıkarak Pamfuliya’nın daha önceki adının Mopsopia olduğunu söylemektedir. Bu yaklaşımlardan tarihi bir değerlendirmeye ulaşmak olanaklı değildir. Pamfuliya adının Demir Çağının başında veya Arkaik çağda bölgeye gelen göçmenlerin “karışık halk” dokusunu ifade etmek için Helen entellektüelleri tarafından lanse edilmiş olabileceğini kabul etmek daha uygun bir yaklaşım olabilir. Nitekim bölgenin bu yönü kaynaklarda belirgin bir şekilde vurgulanmıştır. Strabon, Coğrafya XII 7.2’de “Pamfuliyalıların Kilikiyalılarla pek çok açıdan ortak özellikler gösterdiğini” söylemektedir. Suedra kentinde ele geçen bir kehanet yazıtında “karışık milletlerin ülkesinde yaşayan siz Suedra Pamfuliyalıları...” denmektedir. İfadelerden de anlaşılacağı üzere bölge adı bir adlandırma koşulunun etkisi altındadır. Tarihi açıdan “Pamfuliyalı” adını taşıyan bir halk yoktur, Helence bu anlama gelen Pamphulios” sözcüğü belirli bir etnik grubu göstermez, “Pamfuliya bölgesinde yaşayan, ikamet eden kimse” anlamına gelir. Bir Sideli ile bir Aspendoslu arasındaki farka işaret etmez, her ikisini de aynı soydan kimselermiş gibi gösterir. Hâlbuki dil özellikleri açısından ele alındığı zaman bir Aspendoslu ile bir Sideli birbirlerine tamamen yabancı kimselerdi. Bu nedenle Pamfuliya’nın Roma Çağı öncesi evrelerinin incelenmesinde en belirgin rolü dil incelemeleri tutmaktadır. Pamfuliya bölgesi, çeşitli dönemler dikkate alındığı zaman, bünyesinde barındırdığı çeşitli dil varlıklarıyla Anadolu’nun dikkat çeken alanlarındandır. Klasik dönem ve öncesine ait dil belgeleri çok fazla değildir. Perge’de bulunmuş, M.Ö. 6. yüzyıl civarına tarihlenen bir kap parçası üzerinde belgelenmiş olan yazı ve dilin niteliği henüz bir görüş öne sürülmesine yetmemektedir. Bu açıdan bölgenin bu çağdaki dilleri ve halkları başka kaynaklar aracılığıyla tartışma konusu edilmektedir. Bölgenin erken dönem halkı (substratum) Luvi etkisinde bir güney Anadolu halkıydı. Bunlardan bize her hangi bir belge kalmamıştır. Ancak varlıkları bölgedeki Helen lehçesi üzerindeki etkiden anlaşılmaktadır. Olasılıkla etkin bir siyasal birlik oluşturamadıkları için zamanla Helenlere karışmışlardır. Bölgenin hakkında nispeten çeşitli görüşler öne sürülebilen kalabalık halkı Helenlerdi. Bunlar İyoniya ve Atina’da kullanılan alfabe niteliğindeki Helen yazısından kısmen farklı bir yazı kullanmışlardır. M.Ö. yaklaşık 5. yüzyılın son çeyreğinden Roma İmparatorluk Çağına kadar olan evrede bu dil ve yazıya ilişkin belgelere rastlanmaktadır. Belge türleri genellikle kent sikkeleri, mezar taşları, amfora kulp baskıları ve çeşitli anıtlardan oluşmaktadır. Bunlar genel olarak Aspendos ve Perge arasında kalan topraklarda, kısmen Mısır’da ve nadiren de çeşitli bölgelerde ele geçmiştir. Pamfuliya Helenleri, karşılaştırmalı dilbilim metodlarına göre, Anadolu’daki en eski Helen gruplarından birini oluşturmuşlardır. Bunların dilinde Mukenlerin ve Dorların dil özelliklerinden bazılarına rastlanmaktadır. Bu nedenle M. Ö. Birinci binyılın başlarında Anadolu’ya göç etmiş oldukları kabul edilmektedir. Bunlar Anadolu’da karşılaştıkları insanlarla iç içe geçmiş, onların inanç ve çeşitli kültürel özelliklerinden etkilenmişlerdir. Yalnızca bu Helenlerin değil, genel olarak Pamfuliya’da yaşayan diğer halkların da erken dönem tarihi hakkında ne yazık ki pek fazla belge bulunmamaktadır. Silluon kentinde bulunmuş ve M.Ö. 4. Yüzyıla tarihlenen bir yazıt aracılığıyla kentin yönetiminin bir “yaşlılar konseyi” aracılığıyla yürütüldüğü öğrenilmektedir. Bu yönetim şekli daha çok kabile düzeyinde yaşayan halklar için uygundur. Platon’un Devlet kitabında (X 615 c) Ardiea adında birisinin binyıl önce bir Pamfuliya kenti tiranı olduğu söylenmektedir. Bu ifadeden çeşitli Pamfuliya kentlerinin erken dönemlerde tiranlıklarla yönetildiğini ima etmektedir. Herodotos, M.Ö. 6. yüzyılda Pamfuliya’nın Anadolu’nun diğer bölgeleri gibi Ludiya kralı Kroisos’un eline geçtiğini söylemektedir. Ancak Perslerin Kroisos’u yenmesi üzerine Pamfuliya Perslerin eline geçmiş, Pers ordusuna asker sağlamış ve vergi ödemişlerdir. Pamfuliya’da o çağda yekpare bir bölge rejimi yoktu. Halklar ve kentler dağınık ve müstakil yönetimlerin elindeydi. Olasılıkla Anadolu’nun Persler tarafından ele geçirilmesinden sonra Pamfuliya bölgesi de bir satraplığa bağlanmış olabilir. Bu satraplığın hangisi olduğu tam olarak bilinmemektedir, ancak Suriye- Kilikiya-Kıbrıs eksenli bir yönetime bağlı olması tahmin edilmektedir. M.Ö. 466 yılında Atinalı amiral Kimon, Persleri Köprüçay’da (Eurumedon) bozguna uğratmıştır. 425’deki Atika Deniz Birliği’ne bağlı kentler arasında olasılıkla Aspendos da yer alıyordu, ancak statüsü daha sonradan değişmiştir. 411’de Tissafernes’in donanması burada barınıyordu. M.Ö. 362 yılı civarındaki Satrap İsyanı sırasında Pamfuliya’daki Helen kentleri savaşa kapılarını kapatmışlardır. M.Ö. 334/333 yılı kışında Makedon Aleksander, Perge, Aspendos ve Side kentlerine uğramıştır. Bazı kaynaklar, komutanlarından biri olan Nearkhos’u Lukiya ve Pamfuliya satrapı olarak atadığını söylerler. M.Ö. 295 yılı civarında Seleukos, Kilikiya ve Pamfuliya bölgelerini ele geçirmiş, bugün Manavgat’ın kuzeyinde bulunan Oymapınar barajı yakınlarındaki Seleukia kentini kurmuştur. Ancak çok geçmeden Pamfuliya bölgesi Mısır kökenli Ptolemaios’ların eline geçmiştir. Philadelphos zamanında Alanya istikametinde kalan Ptolemais kenti kurulmuştur. Bölge uzun yıllar Suriye ve Mısır’daki krallıkların güç gösterisi altında varlığını sürdürmüştür. M.Ö. 197 yılı civarından itibaren bölge önce Antiokhos’un, daha sonra da Romalı komutan Manlius’un eline geçmiştir. 188’de Apameia Antlaşmasıyla bölgenin önemli bir bölümü Bergama kralı Eumenes’in egemenliğine geçmiştir. Bergama kralı II. Attalos Philadelphos zamanında (159-139) Attaleia (Antalya) kenti kurulmuştur. Bergama krallığının Pamfuliya üzeindeki haklarını Roma devletine devretmesi üzerine bölge Romalıların eline geçmiştir. M.S. 43 yılında İmparator Claudius, Lukiya ve Pamfuliya’yı birleştirerek bir Roma eyaletine dönüştürmüştür.
1.6. Sideliler
Pamfuliya bölgesinin olduğu kadar eski Anadolu incelemelerinin de dikkat çeken alanlarından bir tanesi Side kentinde ve Lyrbe’de ele geçen çok az sayıdaki yazıtların dilidir. Bu halkın gerçek adı sanı bilinmemektedir. Anıtlar, önceleri yalnızca Side kentinde ele geçtiği için kent adından ötürü bunlara Sidece denmiştir, ancak halkın adı tarihi açıdan kayıptır. Bunların dili, 2. ve 1. binyıl güney Anadolu halklarından birine aittir. Luvice’nin etkisi görülmektedir. Sidece “tanrı” anlamına gelen masara sözcüğü, aynı anlama gelen Luvice masana ile bir benzerlik teşkil etmektedir. Anıtları genel olarak sikkeler ve çok az sayıdaki yazıtlardan oluşmaktadır. Bunlar ortalama M.Ö. 5. yüzyılın sonuyla M.Ö. 3. yüzyılın sonlarına tarihlenmektedir.Üç adet Sidece-Helence olarak yazılmış çift dilli yazıt dilin çözümlenmesine katkı sağlamıştır. Başka hiç bir yerde görünmeyen kendilerine özgü bir yazıları vardır. Kullanılan yazım işaretlerin sayısı 26’dır. Alfabe niteliğindedir. Yazı yönü sağdan sola doğrudur. Sidelilerin kökeni, Helen kaynaklarına göre, İzmir Aliağa yakınlarındaki Kume kentinden gelen göçmenlere dayandırılmaktadır. Arrian, göçmenlerin Side’ye ulaştıktan sonra kendi dillerini unuttuklarını, anlaşılmayan garip bir dil konuşmaya başladıklarını söylemektedir. Side sözcüğü Helence “nar” anlamına gelmektedir, ancak bölgedeki çeşitli kent adlarında olduğu gibi bir Anadolu yer adından Helenceleştirilmiş olabilir. Side’de özgün uygarlığı temsil eden insanların siyasi tarihi hakkında her hangi bir detay bilinmemektedir. Pamfuliya’da cereyan eden genel tarihi durumun bir parçası olmuşlardır.
1.7. Pamfuliya’daki Ayoliyalılar
Pamfuliya’da erken dönem kaynaklarında farkına varılan halklardan bir tanesi de kuzey-batı Anadolu kökenli Ayoliyalılardır. Arrian, Kumeli Ayoliyalıların Side kentine göç ettiklerinden söz etmiştir. Bunların kendi dillerinden her hangi bir belge ele geçmemiştir, ancak Pamfuliya Helen lehçesinde bunların dil özelliklerine ilişkin örneklere ve kalıntılara rastlanmaktadır. Bölge tarihinde oynadıkları rol hakkında bir kayıt bulunmamaktadır, ancak hiç şüphesiz bölgedeki önemli kültür gruplarından bir tanesini teşkil ediyorlardı. Side Ayoliyalıları dışında, Antalya ve Kemer arasına yerleştirilen çeşitli kentlerin yine Ayoliyalılar tarafından kolonileştirilmiş oldukları yer adlarının kökenine bakılarak öne sürülmektedir.
1.8. Pisidiya ve Pisidiyalılar
Bugünkü Antalya il sınırları içinde kalan önemli antik bölgelerden bir tanesi de Pisidiya’dır. Adı Hitit metinlerinde geçen Pedassa veya Pitassa bölgesi ile eştir. Helenistik ve Roma devirlerine kadar olan coğrafi sınırları, tarihi ve halk yapısı belirsizlik gösterir. Tarihi kaynakları ve belge niteliği zayıf ve yetersizdir. Sınırları kabaca, güneyde Pamfuliya, güney batıda Lukiya, batıda Kariya, kuzeyde Frugiya, doğuda da İsauriya ve Lukaoniya ile çevriliydi. Güneyde Antalya il sınırları içinde kalan sınırı batıda Termessos ve civarından başlamakta, dağlık alanı ve eteklerini izleyerek Akseki üzerinden Kilikiya ve İsauriya’ya ulaşmaktadır. Pisidiya adı, bir halk adı değildir. Bu adı taşıyan bir halk yoktur, bölgede yaşayan tüm insanları kast etmektedir. Strabon’a göre Pisidiya, erken dönemlerde ayrı ayrı kentlere bölünmüştü ve her kent bir tiran tarafından yönetiliyordu. Genel olarak savaşçı ve korsan insanlar olarak tanıtılmışlardır. Bu bölgede, özellikle Termessos ve civarında yaşadıkları söylenen Pisidiyalıların kökeni Herodotos’ta Solumalılarla ilişkilendirilmektedir. Ancak Pisidiyalı’ların konuştukları dile veya dillere ilişkin kanıtlar oldukça az olduğu için bu tür bağın olasılığı oldukça varsayımsal kalmaktadır. Tüm Pisidiya bölgesinde özgün bir dile ait kanıtlar yalnızca Eğirdir Gölü yakınlarındaki Timbriada da (Sofular) ele geçen yazıtlardır. Bu yazıtların diline literatürde Pisidce denmektedir, ancak oldukça az sayıdaki bu yazıtlara bölgede başka hiç bir yerde rastlanmamaktadır, bu nedenle bu yazıtların dilinin bir bölge dili olduğunu ve bölgede yaşayan halkların en azından büyük bir bölümünün dili olduğunu öne sürebilecek bir neden bulunmamaktadır. Bunları, tıpkı Side örneğinde olduğu gibi bir kent dili (Timbriada) olarak görmek daha doğru bir yaklaşım olabilir. Bunlar, oldukça geç dönemde, Roma İmparatorluk çağının 2. ve 3. yüzyıllarında yazılmışlardır. Yazı, o çağda kullanılan Helen yazısıdır. Dil özellikleri ise, Eski Anadolu Dilleri alanına işaret etmektedir. Pisidiya’nın karışık halk dokusunu bize gösterebilecek başka bir örnek de Selge’dir (Zerk). Selge’de Pamfuliya Helen lehçesinde sikkeler ele geçmiştir. Ancak Strabon’a göre Selgeliler “Pisidiya’da oturan barbarlardan (Helen olmayan kavimlerden)” oluşuyorlardı. Pisidiyalıların Anadolu tarihinde önemli bir rolleri yoktur. Kendilerinden söz eden kaynakların sayısı bile oldukça azdır. Özellikle Termessos, Aleksander’e karşı gösterdiği direniş nedeniyle ön plana çıkmıştır. Roma İmparatoru Claudius döneminde özellikle topraklarının güney ve güney batı bölümü M.S. 43’de kurulan Lukiya-Pamfuliya eyaletine katılmıştır. Geri kalan toprakları, önce M.S. 74’de Galatiya-Kappadokiya eyaletine, daha sonra da 113’den itibaren yalnızca Galatiya eyaletine bağlanmıştır.
Sonuç
İlk çağlardan Roma İmparatorluk çağına kadar temelde halklar ve kültürler çerçevesinde ele alınmış olan bu çalışma, Antalya bölgesinin Eski Anadolu incelemeleri için taşıdığı önemi ortaya koymayı amaçlamıştır. Bölgedeki Eski Çağ incelemelerinin henüz bir doygunluğa ulaşmadığı bellidir. Özellikle Roma öncesi evre açısından yanıtlanması gereken pek çok sorun vardır. Bunların açığa kavuşmasında dil incelemeleri büyük bir yer tutmaktadır. Antalya kenti, tüm Anadolu’da en çok yazılı belgenin ele geçtiği kenttir. Helence ve Latince yazıtların yanı sıra Tırmice, Lırmice B. Karca, Frugca, Aramca, Fenikece, Pamfuliya Helen lehçesi ve Sidece gibi dillere ilişkin belgeler ele geçmiştir. Hemen yanı başındaki sınırlarda ise Timbriada yazıtları ve Luvi Hiyeroglif yazılı anıtlar ele geçmektedir. Bu niteliği dolayısıyla Antalya bölgesi tarih, dil ve arkeoloji incelemeleri için benzeri görülmeyen bir laboratuardır. Yeniliklere sıklıkla rastlanmaktadır. Oldukça kısa bir süre önce Köprüçayı istikametinde daha önce örneklerine rastlanmamış olan yeni bir dile ilişkin yazılı kanıtlar bulunmuştur. Bu daha bize bölge incelemelerinin sanıldığından çok daha derin boyutları olduğunu göstermektedir.
Kaynakça: Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü (Dünden Bugüne Antalya Kitabı Cilt I)