İZMİR KENT TARİHİ
ESKİTAŞ (Paleolitik) ve YENİTAŞ (Neolitik) ÇAĞLARI
Az sayıda bulgudan ibaret olsa da İzmir’deki ilk insan yaşamına ilişkin bilgiler Paleolitik Çağa dayanmaktadır. Günümüzden yaklaşık 10.000 yıl önce sona eren bu çağdan sonra ilk olarak Anadolu’nun doğusunda başlayan Neolitik Çağ yaşamı günümüzden 9.000- 8.000 yıl önce İzmir’in de içinde bulunduğu Ege kıyılarına ulaşmıştır. Menemen Helvacıköy, Araptepe-Bekirlertepe ve Melengiçsekisi Höyük yerleşimleri ile Aliağa Çaltıdere Höyük, Urla Tepeüstü Höyük, Karşıyaka Küçük Yamanlar Tepesi ve Bornova Yeşilova Höyük’te bu döneme ilişkin yerleşimler bulunmakta olup Kemalpaşa Nemrut Höyük ve Urla Limantepe’de yerleşim izleri olmasa da küçük buluntular tespit edilmiştir. İzmir’de Geç Neolitik Döneme ilişkin daha güçlü izler vardır. Kemalpaşa Ulucak Höyük’de taş temel üzerine kerpiç duvarlı konutlar ile konutlar arasında bir sokağın olduğu yerleşim dokusu ortaya çıkarılmıştır. Bu yerleşim yerinde yapılan araştırmalar, M.Ö. 6. bin yıllarının ortalarında Geç Neolitik Dönem yerleşim tarihinin sona erdiğini ortaya koymuştur.
TUNÇ (Bronz) ÇAĞI
Erken Tunç Dönemi
İzmir ve körfezi sınırlayan coğrafyada Geç Kalkolitik Dönem’e ilişkin yerleşim ve bulgu sayısı ne kadar azsa, M.Ö.3.300 - 3.000 yıllarında başlayan Erken Tunç Çağına ilişkin bilgilerimiz bir o kadar fazladır. Yüzey araştırmaları ve arkeolojik kazılarda İzmir ili sınırları içinde Küçük Yamanlar, Bornova İpeklikuyu, Pınarbaşı Tepebağ, Pınarbaşı Yassıtepe, Urla Limantepe, Karaburun’da Limancıkburnu, Örünyeri, Azmakyalısı, Menemen’de Helvacıköy, Menengiçsekisi, Bozköy ve Panaztepe gibi birçok noktada ve diğer pek çok yerde yerleşim izleri ve buluntular ele geçirilmiştir. Bu buluntu yoğunluğu il bazında nüfus artışının olduğunu gösterdiği gibi ele geçirilen buluntular da ticaret, maden işleme ve tarımsal faaliyetlerin geliştiğini işaret etmektedir.
Bu döneme ilişkin en yoğun araştırmaların yapıldığı Urla Limantepe’de, M.Ö.3.000 - 2.500 yılları arasına verilen Erken Tunç I dönemindeki yerleşimin İç Batı Anadolu ile Balkanlar, Girit, Mısır ve Suriye ile ilişkiler kurduğu, bu ilişkiler sayesinde zenginleşen kentin 2.500 - 2.300 yılları arasına verilen Erken Tunç II döneminde daha büyük bir alana yayıldığı tespit edilmiştir. Limantepe, kentsel mekânları (Liman, Saray, Tapınak vb) ile Batı Anadolu’da öne çıkan Troia yerleşiminin İzmir’deki eş değeri olarak önerilir. Limantepe’de ortaya çıkarılan, M.Ö. 2.000 civarına tarihlenen bir yangın tabakası İzmir ve civarına yönelik olası bir göç dalgası ile Erken Tunç Döneminin sona erdiği şeklinde açıklanmaktadır.
Orta Tunç Dönemi
Hitit Devletinin Doğuşu, Girit-Minos Kültürü
M.Ö. 2000 - 1500/1450 yılları arasına verilen Orta Tunç Döneminin başlaması ile birlikte Batı Anadolu’da sur inşa teknikleri, konut mimarisi, seramik yapım teknikleri, ölü gömme gelenekleri ve benzer konularda büyük değişiklikler yaşandığı Troia VI tabakası ile ortaya çıkarılmıştır. Bu dönemde Anadolu’da hem ulaşım hem de taşımacılıkta at kullanımının başladığı ve yine yazının Asurlu tüccarlar tarafından Anadolu’ya taşındığı bilinmektedir. Söz konusu değişimin Kafkaslar ile Kuzeydoğu Avrupa ve Balkanlardan gelen Hint-Avrupa grubu dilleri konuşan halklardan kaynaklandığı kabul görmektedir.
İzmir’de Orta Tunç Çağını güçlü şekilde Bayraklı- Tepekule, Urla Limantepe ve Menemen Panaztepe yerleşimleri temsil etmektedir. Urla Limantepe’de Orta Tunç Çağını temsilen bir grup taş temel üzerine kerpiç duvardan ibaret oval ve apsidal planlı evlerden oluşan bir mahalle ile Hitit ve Yunanistan üretimi kaplarla akraba olan küçük buluntuları yerleşimin bu coğrafyalarla ilişkilerini ortaya koymuştur. Menemen Panaztepe Geç Tunç Çağında Myken kapları ve Tholos mezarları ile Yunanistan ve Adalar ile Anadolu arasındaki ticari ilişkilerde bir merkez olarak karşımıza çıkmaktadır. Gediz (Hermos) Nehrinin denize ulaştığı noktadaki ovaya hâkim bulunan Menemen Buruncuktepe (Larisa) surları ve buluntuları ile Orta ve Geç Tunç Çağını temsil eden güçlü bir Pelasg yerleşimi ve olasılıkla yerel bir beyliğin merkezi olarak tanımlanır.
GEÇ TUNÇ DÖNEMİ
Batı Anadolu’da Beylikler Dönemi, Myken Kültürü
M.Ö. 1500/1450 - 1100/1050 tarihleri arasına verilen Geç Tunç Çağı Orta Anadolu’da Hitit Devletinin kurulduğu, Ege Denizi ve Girit’te ise Myken kültür ve siyasi iktidarının egemen olmaya başladığı yeni yapılanma süreci ile başladı. Bu süreçte Batı Anadolu iki egemen güç arasında bir tampon bölge olarak kaldı.
DEMİR ÇAĞI VE İZMİR’İN TARİHİ COĞRAFYASI
Dört büyük nehir, Batı Anadolu’nun derinliklerinden gelerek Ege Denizine ulaşırken geçtiği noktalarda tarımsal zenginliği ve ürün çeşitliliği sağladığı gibi iç bölgelerden çeşitli tarımsal ürünlerin, yer altı zenginliklerinin kıyı bölgelere ulaşmasını sağlayan ticari ve kültürel yol akslarının da oluşmasını sağlamıştır. Bunlardan İzmir il sınırları içinde denize ulaşan Kaystros (Küçük Menderes)’un üzerinde Ephesos, Hermos (Gediz) un üzerinde Smyrna yer almaktadır. Üçüncüsü Kaikos (Bakırçay) ise Pergamon’un yanı sıra Gryneion ve Pitane gibi Aiol kentlerinin kültür ve zenginliğine katkıda bulunmuştur. Çağlar boyunca en önemli antik kentler arasında üst sıralarda yer alan bu iki kente bugün Aydın il sınırları içinde yer alan ve Maeandros (Büyük İl Menderes) un denize ulaştığı noktada yer alan Miletos’u eklemek gerektir. Smyrna, ard bölgesinin ona sağladığı olanakların yanı sıra içinde bulunduğu körfezin deniz ürünleri, deniz ulaşım olanakları ile günümüze kadar yaşayan tek antik kenti olarak kalmıştır.
M.Ö. 5. yüzyılda yaşayan Coğrafyacı Herodotos; İzmir’in bulunduğu coğrafyayı “Dünyanın en güzel iklimi İonia’dadır” şeklinde tanımlarken, İzmir’in kuzey alanını “Aiolis’in toprakları daha verimli, fakat havası daha kötüdür” şeklinde betimler. İlk göçlerin tamamlanmasından sonra İzmir’in uygun iklim koşulları, coğrafik konumu ve bu konumuna bağlı olarak Doğu ve Batı kültürlerinin bir araya gelmesi ile bölgede kısa sürede göz alıcı bir kültür ortamı ortaya çıkmıştır. İzmir’deki antik kentlerin her birinin rol oynadığı bu uygarlık Helen edebiyatı, bilimi ve felsefesinin temellerini oluşturmuştur. Helen yazınının ve Batı kültürünün temel kaynaklarından olan İlyada ve Odysseia destanları Smyrnalı Ozan Homeros tarafından ilk kez M.Ö. 8. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınmıştır.
Smyrna’nm Kuruluşu, Aiol ve İon Kentleri
Helen kaynakları Smyrnanın kuruluş tarihini, M.Ö. 1050den hemen sonraya vermektedirler. İnanışa göre Smyrna’yı Aiol yerleşimi olan Kymeden gelen bir göçmen grubu kurmuştur. Ancak Smyrnanın Aiollere ait bir kent olması uzun soluklu olmamış, yine kaynaklara göre M.Ö. 688’den önce Kolophonlu (Menderes-Değirmendere) İonlar tarafından Aioller kentten kovulmuşlardır. M.Ö. 850 civarında Bayraklı-Tepekulede inşa edilmiş olan ve Ege Kıyılarında ve Yunanistan’da bu tarihe kadar görülmemiş boyutlardaki dışı taş içi kerpiçten yapılmış surların Aiollere ait olup İonlara dönük bir tedbir olarak inşa edildiği önerilmektedir. Pausanias’ın M.Ö. 688 Olimpiyatlarında boks dalında birinci olan Oinomastos’un Panionion’a bağlı bir kent olan Smyrnadan geldiğini ifade etmesi kentin İonlaştığı, Yunanistan’dan gelen ilk göç dalgası ile kurulan İonia kentlerinin bir araya gelerek merkezi Aydın-Davutlar Beldesindeki Panionionda kurulan İon Birliğine 13. Üye olarak katıldığını işaret etmektedir.
Birliğin ortak bir dinsel merkezi olmakla birlikte kentler kendi politikalarını birbirlerinden bağımsız olarak planlıyorlardı. Bugünkü İzmir ili antik İonia bölgesi ile hemen hemen örtüşmektedir. İzmir il sınırları içinde bulunan İon kentleri Phokaia (Eski Foça), Klazomenai (Urla), Erythrai (Udin), Teos (Seferihisar-Sığacık), Lebedos(Ürkmez), Kolophon (Menderes-Değirmendere),Ephesos(Selçuk)dur. İzmir il sınırları içindeki Aiol kentlerine gelince bunlar da Pitane (Çandarlı), Eleia(Zeytindağ), Gryneion (Yenişakran), Myrina, Aigai (Nemrutkale), Kyme (Nemrut Limanı), Neontheikos(Yanıkköy), Temnos (Emiralem), Larisa (Buruncuk) idi. Aiol kentlerine Lesbos ada kentini de eklemek gerekir.
Efsanelerde Smyrna’nın Kuruluşu
Smyrna, Helen Mitolojisine göre baş tanrı Zeus ile Plouto’nun oğlu Tantalos’un ilk kez kurup yönettiği bir kent olarak tanımlanır. Spil Dağındaki (Sipylos) Tantali, İdae adları ile anılan bu ilk kent depremle yıkılır. Bu mitolojik kentin yerini Helen kaynaklarında Bayraklı-Tepekule’deki Erken Tunç Çağı’ndan beri iskân gören höyük yerleşimi almıştır. Höyük yerleşiminin hemen kuzeyindeki tepede yer alan bir yuvarlak planlı mezar yapısı kentin efsanevi kurucusunun adıyla Tantalos’un Mezarı olarak anılsa da M.Ö. 7. veya 6. yüzyıla ait Smyrnalı önemli bir şahsın mezarı olarak değerlendirilmektedir. Kentin adını M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren Ephesos, Kyme, Myrina vb kentler gibi, bir zamanlar Ege kıyılarında yaşadığına inanılan Amazonlardan aldığı Helen yazınında anlatılır.
Ephesos’un Kuruluşu
Ephesos’a gelince, ilk yerleşimciler şimdiki Artemis Tapmağı ile modern Selçuk ilçesi içindeki Ayasuluğ Tepesi arasında kalan ve halkı “Karlar ve Leleglerden” oluşan yerleşimin yakınını kendilerine yurt edindiler. Şimdiki Artemis Tapınağının bulunduğu noktadaki Ana Tanrıça tapınımına sonraki süreçte sahip çıkarak kendi geleneklerine göre yeni bir isim ile devam ettiler.
Helen kaynaklı efsaneler Smyrna örneğinde olduğu gibi kentin kuruluşunu bir kahramana ve efsanevi bir olaya dayandırırlar. Kentin kurucusu Atina Kralı Kodros’un oğullarından Androklos’tur. Yunanistan’dan yola çıkan Androklos önderliğindeki İonlar Delphi’deki Apollon kehanetinin yol göstermesi ile kenti bu noktada kurmuşlardır.
M.Ö. Birinci Bin Başında İzmir
Bayraklı-Tepekule’deki Smyrna yerleşimi İonlarca istila edilmesinden sonra, M.Ö. 8. yüzyılın ikinci yarısında, yeniden ele alınmış ve hatta güneye doğru genişletilmiştir. Kent sakinleri çok milliyetli olarak, İon, Aiol ve Lydlerden İonia kentlerinde, kuruluşlarından itibaren Yunanistan’daki kurucu kentlerin siyasi geleneğini sürdürerek önce kralların, sonrasında ise Aristokratların ve hemen ardından Tiranların iktidara geldikleri görülmektedir. M.Ö. 8. yy boyunca Smyrna’nın bu sırada etkinliği Ege kıyılarına ulaştığı bilinen Phrygia Krallığı ile ilişkilerinin boyutları bilinmemekle beraber, M.Ö. 7. yüzyılda bu krallığın yerini alan Gyges önderliğindeki Lydia’nın, kıyı bölgesindeki İon kentlerini kontrol etme isteği onun Smyrna’ya yönelmesini sağlamış kent birçok kez direnç göstermiştir. Bu yüzyılda kent için bir başka tehlike Kimmerlerdi. Ancak kentin her iki güçten de çok fazla etkilendiğini bugünkü bilgilerimiz doğrultusunda söylemek zordur. Smyrna gibi Ephesos’un da istilacılara karşı direnç gösterdikleri kabul edilir. Özellikle Kimmerlerin M.Ö. 645 yılında Anadolu’dan atılmasından sonra Lydia Krallığının Smyrna üzerindeki baskısının arttığını düşünmek mümkünse de Smyrna’nın kontrolünün Lydialıların elinde mi olduğu yoksa bağımsızlığını mı koruduğu şimdilik bilinmemektedir.
M.Ö. 6. yüzyıla girerken Lydia Krallığının başına Alyattes’in geçmesi ile kıyı Ege kentleri üzerindeki Lydia etkisi açıkça görülmektedir. Bu dönemdeki baskının fazla uzun sürmediği Doğudan gelen Persler nedeniyle Lydialıların ilgilerini bu yöne çevirdiklerini söylemek mümkündür. Lydia Krallarının en güçlü ve son kralı Kroisos, M.Ö. 6. yüzyılın ortalarında Helen Dünyası ile kültürel ilişkilere girmenin yanı sıra Aiol ve İon kentleri üzerinde mutlak kontrolü sağlamıştır. Kendinden önceki krallar gibi Miletos dışında, Ephesos, Smyrna ve Phokaia kentlerini kontrolünde bulundurarak Ege Denizi üzerinden Akdeniz ve Yunanistan’a yönelik ticari ve kültürel faaliyetlerinin önünün açık olmasını sağlamaya çalışmıştır. Antik kaynaklar bilinen anlamdaki parayı ilk kez Lydialıların kullandıklarını aktarırlar. Bayraklı-Tepekule’deki Smyrna’da ele geçen arkeolojik buluntular Kroisos döneminde de kentin zengin atmosferinin sürdüğünü işaret etmektedir. Helen kaynakları Helen kültürüne yakınlığı, Helen tapınaklarına ve kehanet merkezlerine cömert davranması nedeniyle Lydialıları barbar saymamışlardır. Öyle ki, Kroisos’un bu yakınlığı Anadolu’nun Ana Tanrıça kültü ile Helen tanrılarından Artemis’i bir araya getiren ve İonlarla yerli halk arasında uzlaştırıcı ve birleştirici bir kültün, Ephesos Artemisi’nin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kroisos bu külte önem verdiğini tapınağın inşa edilmesi için büyük miktarda mali destekte bulunması ile göstermiştir. Panayır Dağının hemen kuzeyindeki kıyıya yerleşmiş olan İonları yerli halkla birlikte Artemis Tapınağı’nın yakınında ikamet etmeye de zorlamıştır.
İzmir’de Pers Egemenliği
Pers Ülkesi nde tahta Kyros’un geçmesi ile Lydianın yüzyılın ilk yarısında Batı Anadolu’da kurduğu hâkimiyet M.Ö. 546da Kroisos un yenilmesi ile sona ermiştir. Böylece Helenler ile Persler ilk kez karşı karşıya gelmişlerdir. Kısa bir süre içinde Persler Phokaia, Teos, Smyrna gibi kıyıdaki Helen kentlerini ele geçirdiler ve yüzyılın sonuna kadar bu hâkimiyet sessiz sedasız devam etmiştir. Persler bölgenin kontrolünü Satraplık adı verilen eyaletlere ayırarak sağlamış, eyaletlerin başına çoğu kere Pers yanlısı yerli yöneticiler atanmıştır. Bu dönemde Uzakdoğu’dan Anadolu’ya karayolu ile gelen ipek, baharat ve benzeri malların Anadolu’da en son ulaştığı ve buradan deniz yoluyla Batıya aktarıldığı nokta İonia’nın kıyı kentleri olmuştur. Perslerin tesis ettiği imparatorluk yollarından en önemlisi Pers topraklarındaki Susa kentinden başlayarak Sardis’e ve buradan Phokaia, Smyrna ve Ephesos’a ulaşan Kral Yolu idi.
Büyük İskender Batı Anadolu’da
M.0.4. yüzyılda Batı Anadolu’da Perslerin kontrolünde sessiz bir süreç yaşanırken Yunanistan’da geleneksel olarak kent devletleri birbirleriyle geçimsizliklerini sürdürmekteydiler. Yüzyılın ikinci yarısında Makedonya’da Philippos II bölgedeki kabileleri bir araya getirerek önemli bir siyasi ve askeri güç haline gelmişti.
Helen kentleri kendi aralarında anlaşamasalar da Makedonya Krallığı ile birlikte en önemli sorunları Anadolu kıyılarındaki Yunan kentlerini kontrol altında tutan ve Ege ile Karadeniz’deki ticareti sınırlayan Persler idi. Philippos II M.Ö. 338’de Korinthosda Helen kent devletlerini bir araya getirmeyi başardığı gibi Korinthos Birliğinden Perslere karşı kendi önderliğinde bir intikam savaşma girme kararı aldırdı. Philippos’un bu karardan kısa bir süre sonra öldürülmesi üzerine M.Ö. 336’da oğlu tarihe “Büyük” İskender olarak geçecek olan Aleksandros III görevi üstlendi. M.Ö. 334’de Çanakkale Boğazı (Hellespontos) üzerinden Anadolu’ya geçen İskender, Granikos Çayını (Biga Çayı) geçerek ilk büyük savaşta Persleri yenilgiye uğrattı. Bu savaşı takiben İskender Perslerin Satraplık merkezi olan Sardis’i ele geçirmiş ve ardından Ephesosa ilerlemiştir.
Büyük İskender İzmir’de
İskender’in Ephesos’a ilerlerken Sardis ile Ephesos arasında kalan yolu Bozdağlardan mı, Kemalpaşa (Nymphaion) üzerindeki Karabel Geçidinden mi, yoksa Smyrna üzerinden mi geçtiği tartışmalıdır. Ancak M.S.2. yüzyılda yaşayan Pausanias’ın Smyrnanın şimdiki yerine taşınmasına neden olacak hikâyesinde Büyük İskender’i Kadifekale (Pagos) tepesinde avlandığını ve yorgun düşen İskender’in buradaki Nemesis Tapınağının kutsal alanındaki bir kaynak ile bir çınar ağacının altında uyurken, görmüş olduğu bir düşü anlatması İskender’in bizzat Smyrna üzerinden Ephesos’a yöneldiği şeklinde yorumlanabilmektedir. Ancak hikâyenin Smyrnanın Bayraklı-Tepekule’deki yerinden şimdiki yerine taşınması olayından çok sonra kaleme alınmış olması İskender’in Smyrna’ya uğradığı konusunda şüphe uyandırmaktadır. Her ne yoldan olursa olsun İskender Ephesos’u ve buradan Batı Anadolu ve Akdeniz’in kıyı şeridi boyunca bilinen tüm kentleri ele geçirerek Doğuya ulaşmıştır.
HELENİSTİK DÖNEM
Büyük İskender Sonrasında İzmir
İskender’in bölgeden ayrılmasından ve M.Ö. 323’de erken ölümünden sonra Yunanistan’dan Hindistan’a kadar onun ele geçirdiği topraklar kısa süreli bir kargaşa döneminden sonra komutanları tarafından bölge bölge paylaşıldı. Makedonya’da Antigonoslar, Mısırda Ptolemaioslar ve Anadolu ve Suriye’de Seleukoslar hâkim oldular. Komutanlar kendilerinin payına düşen bölgelerde Perslerin büyük ölçekli zengin hazinelerini kullanarak dönemin jeostratejik koşulları çerçevesinde yeni kentler kurdular. Yeni koşullarda eski kentlerin bir kısmı önemini kaybetmiş, bazı kentlerin ise önemi artmıştır. Kentler arasında yeni yollar açılmış, eski yolların bir kısmı yeniden onarılmıştır. Yaklaşık M.Ö. 300 civarında Antigonos ardından Lysimakhos İonia coğrafyasına ve İzmir’e hâkim oldu. Bu yeni yapılanmanın İzmir’de de yansımaları olmuştur. Yeni süreç en fazla Smyrna ve Ephesos’da gözlemlenmektedir. Zira bu iki kent bu tarihe kadar yüzyıllar boyunca yaşadıkları yerlerinden dönemin siyasi ve askeri gerekleri nedeniyle daha organize ve daha stratejik olan yeni yerlerine taşınmışlardır. Smyrna halkı Bayraklı-Tepekule’deki yerlerinden Kadifekale (Pagos) ile şimdiki liman arasında kalan yeni kente, Ephesos ise St. John Kilisesinin bulunduğu Ayasuluğ Tepesi ve Artemis Tapınağı arasında kalan eski yerinden şimdiki Ephesos’un bulunduğu vadiye taşınmak zorunda kalmıştır. Lysimakhos’un Teos, Lebedos ve Kolophondan gelen göçmenleri de yeni kentte Ephesoslular ile birlikte iskan ettiği bilinmektedir. Smyrna’da ise halkın direncini kırmak için tanrıların yardımı gerekmiştir. Smyrnalılar İskender’in Kadifekale’de gördüğü rüyanın ne anlama geldiğini dönemin en önemli kehanet merkezlerinden biri olan Klaros Apollonu’na (Menderes-Değirmendere-Ahmetbeyli) danışmışlar ve tanrı Apollon onlara “Kutsal Meles’in ötesindeki Pagos’da oturacak olanların üç dört kat mutlu olacakları” cevabını vermiştir.
Bayraklı-Tepekulede oturan Smyrnalılar ancak bu kehanet üzerine yeni kente yerleşmeyi kabul etmişlerdir. Yeni yerlerine taşman kentlerde ve diğerlerinde bir Helen kentinde olması beklenen surlar, tapmaklar, tiyatro, stadium ve agoralar gibi anıtsal mimari yapıların çoğu Lysimakhos döneminde inşa edilmiştir. Yine her iki kentte de bu yapılar dönemin çağdaş plan anlayışını yansıtan birbirini dik kesen sokaklardan ibaret olan ızgara kent planına göre yerleştirilmişlerdir. Bu dönemde bölgede gelecek yüzyıllarda önemli rol oynayacak aktörlerden biri olan Pergamon’un ve Pergamon merkezli Bergama Krallığının ortaya çıktığı görülür. Başlangıçta Pergamon, Ephesos ve Smyrna gibi geleneksel bir kent yerleşimi olmayıp sadece bir gözetleme kalesi idi. Lysimakhos, Batı Anadolu’yu egemenliğini sağladığı aşamada topladığı ganimetlerinin büyük bir kısmını kartal yuvası şeklinde sarp kayalıklardan ibaret bu kalede korumuştur. Ancak onun ölümünden sonra komutanlarından Philetairos un bu hazineyi kullanarak çevre kentlerle ve Seleukoslarla iyi dostluk ilişkileri kurduğu anlaşılmaktadır. Batı Anadolu’yu kontrol altında tutma çabasındaki Seleukosların Pergamon’un ilk kralı Eumenes I’e yenilmesi ile Pergamon ilk önemli başarısını kazanmıştır. M.Ö. 230’da bu kez Pergamon Kralı Attalos I, Kelt soyundan gelerek Ankara civarına yerleşen, Ege kıyılarına kadar uzanarak Erythrai, Priene, Miletos ve diğer Helen kentlerini Batı Anadolu’yu haraca bağlayan Galatlara karşı zafer kazanarak ve onları bir kez daha bölgeden kovarak önemli bir başarı kazanmıştır. Pergamon Akropolündeki Zeus Altarı bu zaferin anısına inşa edilmiştir.
Batı Anadolu ve İzmir’deki diğer Helen kentleri Seleukoslara dönük bağlılıklarını bu kez Pergamon yönetimine gösterirler. Yunanistan ile ilgilenmeye başlayan Romalılarla Pergamon Krallığı iyi ilişkiler kurmuş ve ilk kez Anadolu topraklarında Romalılar görülmüştür. Seleukosların çekildiği topraklar Pergamon Krallığının kontrolüne bırakıldı. Eumenes ‘in bu topraklardan elde ettiği gelirlerle Pergamon’un sadece tepenin üstünde bulunan yerleşim alanı yamaçlara doğru yayılmış ve yeni bir sur ile çevrelenmiştir. Aşağı Agora, Büyük Gymnasion, dikliği ve yarım daireden az oturma bölümü ve ahşap sahne binası ile tüm Helen ve Roma tiyatrolarından farklı olan Pergamon Tiyatrosu ile 200.000 cilt kitabın var olduğu ileri sürülen ünlü Pergamon Kütüphanesi bu sırada inşa edildi. Kent, M.Ö. 2. yüzyılda kültür ve sanat merkezleri olarak bilinen Atina ve İskenderiye’ye eşit bir itibar kazandırmış. Bu boyutta bir kütüphanenin antik çağdaki tek rakibi İskenderiye kitaplığıydı. Romalı yazar Varro büyüyen Pergamon kitaplığını kıskanan Ptolemaiosların Mısır’dan papirüs ihracını yasakladıklarını aktarır. Belki de bu yasağı aşmak için Pergamonlular papirustan yapılan rulo şeklindeki kitapların yerine deriden yapılanları kullanmaya başladılar. Pergamonlular tarafından sarılması zor olan rulo yerine derinin parçacıklar halinde kullanılmaya başlaması ile bilinen kitap düzeni meydana getirilmiş ve deri kâğıt Pergamon kâğıdı anlamına gelen Parşömen olarak adlandırılmıştır.
Bergama Traianus Tapınağı
Eumenes zamanında olduğu gibi, ardından kral olan Attalos II zamanında da Romalılarla diplomatik ve askeri ilişkiler sürdürülmüştür. Romalılar da Pergamonluların Anadolu’daki en zorlu düşmanı olan ve Pergamona kadar ulaşan Bithynia Kralı Prusias’ın M.Ö. 154’de yenilgiye uğratılmasında destek verdiler. Buna karşılık Romalıların Yunanistan’da mutlak egemen oldukları M.Ö. 148’de, Pergamonlular Romalıların yanında yer aldılar. M.Ö. 2. yüzyılda, Pergamon Krallığının sınırları içerisinde kalan kentlerden Smyrna ve Ephesos iç işlerinde özgür, vergi muafiyeti olan, ticaret ve liman kentleri olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Attalos II’ nin ölümünden sonra M.Ö. 138de kral olan Attalos III,beş yıllık iktidarı sonunda vasiyet yoluyla, zaten Romanın garantisi ile elinde bulundurduğu krallık topraklarını Roma’ya bırakmıştır. Ancak bu olay üzerine bölgedeki barış ortamı krallıkta hak iddia eden Aristonikosun, M.Ö. 133de, topraksız köylüleri, paralı askerleri ve köleleri arkasına alarak isyan etmesi ile sona erdi. İzmir’deki Helen kentlerinden Leukai ve Phokaia bu isyana destek verirken Smyrna ve Ephesos karşı tarafta durmuşlardır. Yaklaşık 3 yıl süren isyan Konsül M Perperna tarafından bastırılmış, Aristonikos Roma’ya götürülmüştür.
ROMA DONEMİ
Romalılar İzmir’de
İsyanın bastırılmasından kısa bir süre sonra Konsül M.Aquilius, M.Ö. 129’da, başta yönetim merkezi Ephesos olmak üzere İonia, Aiolis, Lydia, Mysia, Karia, ve Phrygia’nın bir bölümünü kapsayan bölgede Romanın Asia Eyaletini kurdu. Smyrna, Ephesos ve Pergamon Roma’ya yakın olmanın ödül alarak özgür kent statüsünü korumuş, iç işlerinde özgür bırakılmış, para basma hakları olmuştur. Romalılar Pergamon Krallığının mali ve hukuk sistemine başlangıçta uygun davranmışlardır. Krallığa ait topraklar Roma hazinesine bağlanırken, din adamları ile halkın gönlünü kazanmak için örneğin, Ephesos’daki Artemis kutsal alanı gibi tapmak mülkiyetlerine dokunulmamıştır.
M.Ö. 1. yüzyılın ilk yarısında İzmir ve Batı Anadolu’ya Mithridates’in neden olduğu kargaşa imza atmışken, ikinci yarısında bu kez Roma’daki siyasi çekişmeler damgasını vurmuş ve bu çekişmeden bölge etkilenmiştir. İoni kentleri bu süreçte önemli devlet adamlarına ev sahipliği yapmıştır. M.Ö. 49’da Caesar ile Pompeius arasındaki iç savaş sırasında Pompeius’un tarafını tutan İzmir’in Helen kentleri bu mücadelede yenik tarafta yer almışlardır. Takiben M.Ö. 48 yılında Iulius Caesar Ephesosa gelmiş, kent halkına vergi ödemelerinde büyük kolaylıklar sağlamıştır. M.Ö. 44’de ise Caesar’ın öldürülmesinden sorumlu tutulan katilleri M. Iunius Brutus ve Cassius Smyrna’da buluşmuştur. M.Ö. 41 yılında Ephesos a gelen Marcus Antonius ise kendi iktidar mücadelesine kaynak yaratmak için kentin vergilerini aşırı derecede arttırmıştır.
M.Ö. 33’de Marcus Antonius kışı geçirmek üzere konakladığı Ephesos’da Mısır Kraliçesi Kleopatra ile buluşmuştur. Antonius, M.Ö. 31’de Aktium Savaşında yenilinceye kadar sürecek uzun soluklu iktidar mücadelesinde İzmir’in ve Batı Anadolu’nun zenginliğini kullanmıştır. Antonius’un yenilgiden sonra Mısır’a kaçması ile İzmir ve Batı Anadolu kentleri için 100 yıllık karışık bir dönemin sonuna gelinmiş oldu.
Asia Eyaleti’nin Altın Çağı
İonia kentleri için en sakin ve parlak süreç Traianus ve Hadrianus dönemleri olmuştur. Babası Asya Eyaletinde valilik yapmış olan Traianus, eyalete farklı bir gözle bakmıştır. Örneğin Smyrna’ya bayındırlık işlerinde kullanılmak üzere para ve Nemesisler Tapmağı için heykeller ve resimler satın almış, Smyrna-Pergamon yolu onarılmıştır. Pergamon’da kendi adına Traianus Tapınağının yapılmasına izin vermiştir. Traianusdan sonra İmparator olan Hadrianus da İzmir’deki kentlere ilgisini göstermekten kaçınmamış, Ephesos ve Smyrna’ya ziyarette bulunmuştur. İki kent arasındaki rekabetin farkında olan imparator ayrım yapmamak için her iki kente de kendi adına tapmak yapılmasına izin vermiştir. Böylece her iki kent de ikinci kez Neokoıos, yani imparator tapınağına koruyucu olma unvanına sahip olmuşlardır. İmparator Smyrna’ya ayrıca bağışladığı para ile kentte kendi tapınağının yapılmasına mali destek sağlamış, bir tahıl silosu(Granarium) ve Gymnasium inşa edilmiştir. İmparator rekabetteki üçüncü kent olan Pergamon’daki yarım kalmış olan Traianus Tapınağı’nın bitirilmesini sağlayarak her üç kente de eşit mesafede olduğunu göstermiştir. Pergamon ile birlikte Smyrna ve Ephesos arasındaki yarışın başka alanlarda da sürdüğü görülmektedir. Örneğin tıp alanında her üç kentin ciddi tıp okulları olduğu bilinmektedir. Pergamon Asklepieionu antik dünyanın en önemli birkaç tedavi merkezinden biriydi. Buradaki tedavinin esası perhiz, sıcak ve soğuk banyolar ile bedensel hareketlerden oluşuyordu.
Ephesos ve Smyrnanın zenginliği kendi kırsal alanlarındaki ürün çeşitliliği ve bolluğunun yanı sıra kendi ürünleri ile eyaletin diğer kentlerinin mallarının bu iki kentin limanlarından Akdeniz coğrafyasına ihraç edilmesinden kaynaklanıyordu. Aynı zamanda iki kent Doğudan ve Batıdan gelen malların diğer bölgelere aktarılmasında da önemli rol oynuyorlardı. Ephesos ve Smyrna başta olmak üzere eyalet kentlerinin zenginleşmesi bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu burjuva sınıfı Ephesos Yamaç evlerinde görüleceği gibi lüks konutlarda yaşamış, hırs ve onurları için kendi olanakları ile tapınaklar, hamamlar, su kemerleri inşa ettirmişlerdir. Ephesos için bir başka önemli gelir kaynağı da antik dünyanın en önemli pagan merkezi Artemisiona dünyanın pek çok yerinden ibadet için ziyaretçilerin gelmesiydi. Her iki kentin deniz ticareti dünyanın çeşitli ülkelerinden tüccarların bu kentlerde iş yapmalarını ve ikamet etmelerine neden olmuştu. Yine bu kentlerde eskiden beri burada oturan Helenleşmiş yerli halkın yanı sıra, Roma vatandaşları ile azımsanmayacak sayıda Yahudi nüfusu barınmaktaydı.
İzmir’de Hıristiyanlığın Yükselişi
Hiç sönmeyecekmiş gibi görünen imparatorluğun güneşi, Paganizmin tüm tanrılarının ölümden sonra ruhun ne olacağı sorusuna yeterli cevabı verememesi gerçeği karşısında zengin Romalıların görkemli anıtlar inşa ettirmesiyle örtülmeye çalışılmıştır. Ancak toplumun alt tabakasında artan arayışı Mısırdan gelen mistik dinlerin yanı sıra ortaya giderek daha güçlü çıkan Hıristiyanlık cevap vermeye başlamıştı. Pergamon’daki Kızıl Avlu olarak bilinen Mısır Tanrıları Tapınağı bu arayışı karşılayacak Mısırdan gelen etkinin önemli bir anıtı olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer yandan İzmir, M.S. 1. yüzyıl boyunca St. Paul ve ardından Ephesosda ölen Meryem Ana ile Aziz Yahya’yı (St Jean) ağırlamış, bu dinsel kimlikler sayesinde başta Ephesos olmak üzere Smyrna ve Pergamon’da Antakya’dan sonra en eski Hıristiyan toplulukları oluşmuştu. St Jean’ın öğretileri doğrultusunda hareket eden bu topluluklar Asia Eyaletinde yedi büyük kentte ciddi olarak örgütlendiler. Hıristiyanlığın resmi din olmasının ardından bu cemaatler anıtsal nitelikte yedi kilise inşa ettiler. Bunlardan üçü ilk Hıristiyan cemaatlerin olduğu Ephesos, Smyrna ve Pergamonda idi. Havarileri en son gören ve St. Jean’ın öğrencisi de olan Smyrna Piskoposu Polikarpos, M.S. 2. yy’da en önemli Hıristiyan kişiliklerden biri olarak Smyrna Hıristiyan cemaatinin önderi idi. M.S. 155 yılında, Asia Eyaleti Kentleri Birliği’nin Smyrna Stadiumu’nda yapılan şenlikleri sırasında bazı Hıristiyanlarla birlikte tutuklanan Polikarpos, Stadium’da Pagan ve Yahudilerin istekleri doğrultusunda öldürülmüştür. Hadrianus döneminde Asia Eyaletinde vali olarak görev yapan İmparator Antoninus Pius (M.S. 138-161) zamanında İzmir yine bir depremle sarsılmıştır. Tarihi kesin olmasa da yaklaşık M.S. 151-160 yılları arasında meydana gelen depremin sarsıntılarının Smyrnalıları ve Ephesosluları tedirgin ettiği, Midilli Adasını tahrip ettiği bilinmektedir. Depremin tedirginliği geçmeden İzmir veba salgınıyla karşı karşıya kalmıştır. Yıllarca süren salgından İzmir’in antik kentleri büyük kayıplar vermişlerdir. Romanın son büyük imparatoru olarak kabul edilen M. Aurelius ve oğlu Commodus 175/6’da doğu eyaletlerine yaptıkları ziyaret sırasında Smyrna’ya uğramışlardır. Kentin güzelliğine hayran kalan imparator yeni kamu yapılarının inşası için yardımlarda da bulunmuştur.
ORTAÇAĞ’DA İZMİR
Bizans Dönemi
Kendisini her zaman Roma” adıyla ifade eden ve modern araştırmacıların “Bizans” adını verdikleri uygarlığın en karakteristik özelliği, Antikçağ’ın çok tanrılı Roma İmparatorluğunun aksine Hıristiyanlığı benimsemesi ve bu dini hayatın her alanında hâkim kılmasıdır. Romanın Hıristiyanlaşmasıyla Bizans’ı başlatmak mümkündür. Bizans İmparatorluğunun oluşumu ve Hıristiyanlaşma İzmir ve çevresinin tarihi gelişimini de etkilemiştir.
Hıristiyanlaşma, İzmir il sınırları içinde kimi yerleşim yerlerinin kutsallaştırılması sonucunu doğurmuştur. Bu yerlerin başında ise şimdinin Selçuk’u bir zamanların ise Ayasluğ’u ve Meryem Ana Evi gelmektedir. Ayrıca Efes kentinde bir Konsil’in toplanmış olması da Antik dönemin bu ünlü kentini Hıristiyanlık tarihinde de ayrıcalıklı hale getirmiştir. Bilindiği üzere Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra havarilerin de Kudüs’te ikamet etmelerinin imkânı kalmamıştı. Bundan dolayı hem canlarını korumak hem de Hıristiyanlığı yaymak için çeşitli ülkelere dağılma kararı verdiler. Aziz İoannes veya daha fazla tanınan adıyla havari Saint Jean, Romalıların Küçük Asya Eyaletini tercih etti. İnanışa göre, Peygamber İsa, annesi Meryem’i Saint Jean’a emanet etmişti. Kudüs’ün gittikçe karışık hale gelen ve insan hayatı için tehlikeler arz eden ortamında Saint Jean’ın Hz. Meryem’i tek başına bu ortamda bırakması elbette düşünülemezdi. Böylece Hz. Meryem, Havari Saint - Jean’la birlikte (37-42) yılları arasında Küçük Asya eyaletine, Efes yakınlarına gelmiştir. Saint Jean, İzmir ve çevresinde kapsamlı bir Hıristiyanlaştırma faaliyeti yürütmüş ve kendisi tarafından kaleme alınan kutsal metinde adları geçen Küçük Asya’nın yedi kilisesini kurmuştur. Bu kiliseler; Ephesos (Efes), Smyrna (İzmir), Pergamon (Bergama), Thyateira (Akhisar), Sardes (Sard), Philadelphia (Alaşehir), Laodicea (Denizli) şehirlerinde idi. Batı Anadolu’da kurulan ilk kiliselerden birine ev sahipliği yapmasıyla İzmir, daha sonraki dönemlerde Bizans’ın İstanbul’dan sonra Anadolu’da ikinci büyük kenti olarak büyük bir ün kazanacaktır. Üstelik bu yedi kilise arasında süreklilik bakımından İzmir diğerlerine nazaran daha başarılı olmuştur. Hz. Meryem’in Efes’te 45 yılında altmış yaşını aşmış bulunduğu sıralarda vefat ettiği tahmin ediliyor.
Bizans İmparatorluğu egemenliğindeki İzmir’in, Antik dönemdeki gibi gelişmiş ve canlı bir kent olduğunu söyleyebilmek güçtür. Bizans uygarlığının bir ürünü olarak önemli sayılabilecek bir kentsel unsurun zamanımıza ulaşmamış olması bu tespiti kanıtlamaktadır. Erken Bizans döneminin sonu sayılan Justinianus un (527-565) imparatorluğunda, kent 551 yılında büyük bir deprem geçirdi. İzmir’in vali ve yüksek dereceleri devlet görevlilerinin şehrin yeniden imarı konusunda gösterdiği gayretleri öven kimi yazılı belgeler zamanımıza kadar ulaşmıştır. Kente su sağlayan kemerler de V. veya VI. yüzyıllarda yapılmış olmalıdır. Her ne kadar deprem, yangın gibi doğal afetler veya savaşlar gibi felaketlerin Bizans yapılarını tahrip ettiği düşünülse de Bizans idaresinde İzmir’de tarihte iz bırakacak nitelikte imar faaliyetinde bulunulmadığı da bir gerçektir. Bizans öncesi dönemden kalma kimi yapıların; su kemerleri, Agora ve Kadifekale’nin ayakta kalması tesadüf değildir. Bu yapıların kullanım gerekçeleri eskiden olduğu gibi Bizans döneminde de geçerliliğini sürdürmekteydi. Ekonomik açıdan önemli bir mekân olan Agora, şehrin savunması için vazgeçilmez olan Kadifekale ve bir altyapı tesisi durumundaki su kemerleri kullanılır durumdaydı.
İzmir’in VII. yüzyılın başlarından itibaren dış saldırılara maruz kaldığını görüyoruz. 609 yılında Anadolu’yu doğudan batıya kat eden Sasaniler, Sardes’i yağma ve tahrip ettiler. Efes de Sasani saldırısına maruz kaldı. Fakat İzmir’in yağma edilip edilmediği tam olarak bilinmemekle birlikte Sasani saldırısı İzmir’in Bizans döneminde yaşadığı ilk büyük dış tehdit olmalıdır. Yaklaşık yüzyıllık bir süre boyunca yaşanılan bu dış saldırılar nedeniyle İzmir, güvenlik sorunları ve ekonomik ve ticari faaliyetlerin olumsuz etkilenmesi dolayısıyla bir gerileme içine girdi. VIII. yüzyılda Bizans’ın iç bünyesinde yaşanılan sorunlar İzmir’in yaşamaya başladığı gerilemeyi daha da ağırlaştıran nitelikteydi.
IX. Yüzyılla birlikte İzmir’in Bizans egemenliğinde yaşadığı bu gerilemenin sona erdiği ve yeniden bir yükselişe geçildiği görülmektedir. Bu gelişmenin temelinde İzmir’in bir deniz üssü haline getirilmesi yatmaktadır. Bizans İmparatorluk yönetimi, denizden gelebilecek tehlikelere karşı İzmir’i donanmanın merkezi haline getirmişti. Bu zamana kadar dini ve idari bir merkez olması bakımından önemini korumuş olan İzmir artık askeri bakımdan da bir merkez haline geldi. Üstelik bu gelişmeye paralel olarak da İzmir’de tersane ve gemi inşası faaliyeti ön plana çıktı. Böylece kent yeniden bir canlanma ve toparlanma imkânına kavuştu. Tüm bu gelişmelerin ticari ve ekonomik açıdan da yansımalarının olacağı açıktır. Nitekim X. Yüzyılda oluşturulan “Sisam Deniz Theması’nm” merkezi olarak İzmir seçilmişti. İdari bir teşkilat olan bu Thema ticari ve ekonomik sebeplerden dolayı kurulmuştu. İzmir böylece ticari bir merkez haline gelmiş oluyordu. İzmir’in askeri, idari ve dinsel açılardan taşıdığı özelliklere, ticaret merkezi niteliğinin de katılması, kentin fiziksel gelişimini de olumlu yönde etkilemiştir. 969-976 yılları arasında, İzmir’e dönemin imparatoru tarafından birçok yapı inşa ettirildi.
Bu yapıların çoğunluğu, idari, askeri ve dini nitelikteydi. Ancak bunlardan hiç biri günümüze ulaşamadı. Bunun sebepleri arasında insanların tahribatının etkisi olsa da, doğal afetlerin payının olduğu da belirtilmelidir. Nitekim 1025 yılında yaşanan ve kenti büyük tahribata uğratan deprem, inşa edilen bu yapıların da yıkılmasına neden olmuştu.
XI. Yüzyılda meydana gelen gelişmeler İzmir için yeni değişim ve dönüşümlerin başlangıcıydı. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’da Türk çağının başlamasıyla birlikte İzmir, Bizans’la Türkler arasında egemenlik çekişmesine sahne oldu. Bu dönemde bölgeye ulaşan Türklerin İzmir ve çevresinde Bizans yönetiminin egemenliğini tartışmalı hale getirdiklerini ve kent üzerinde hâkimiyetin zaman zaman el değiştirdiği bilinmektedir.
Çaka Bey Dönemi
XI. Yüzyıl Anadolu’nun Türk yurdu haline geldiği dönemdir. 1071 Malazgirt zaferinin hemen ertesinde başlayan fetihler kısa sürede Batı Anadolu’ya kadar ulaşmıştı. İzmir ve çevresinde kesin biçimde Türk egemenliğinin kurulması ise 1081’den itibaren Çaka Bey’in önderliğinde gerçekleşmiştir. Çaka Bey, İzmir ve çevresinde ilk defa Türk hâkimiyetini tesis etmesi, Anadolu’da ilk Türk donanmasını inşa ettirmesi ve Bizanslılara karşı ilk deniz savaşını kazanması gibi başarılarından ötürü Türk tarihinin en seçkin şahsiyetleri arasında yer almaktadır. Anadolu’nun Türkler tarafından fethedildiği dönemde Çaka Bey’in tarih sahnesine çıkarak, bu zamana kadar Türkler arasında yaygın şekilde karşılaşmadığımız, denizcilik merkezli bir fetih siyaseti izlemesi ona haklı bir şöhret kazandırdı. Türk tarihinin bu mümtaz şahsiyeti hakkında bize en fazla bilgiyi Bizans kaynakları sunuyor. Bizans kaynaklarında Çaka ismi Çahas veya Tzakhas şeklinde geçmektedir.
Kurduğu beyliğini yaşatmanın ve Bizans’a karşı planladığı siyasete işlerlik kazandırmanın, ancak güçlü bir donanmaya sahip olmakla mümkün olabileceğini anlamış olan Çaka Bey, İzmir’de ilk icraat olarak bir donanma inşa ettirdi. Bu donanmanın inşasında İzmirli yerli Bizanslı ustalardan faydalanıldığı Anna Komnena’nın kayıtlarından anlaşılmaktadır. Çaka Bey’in yaptırdığı donanma, üstü kapalı olan ve dromon tabir edilen gemilerden oluşmaktaydı. Bu donanmanın kalifiye personeli yerli Bizanslılardan, savaşçıları da Türklerden oluşuyordu. Çaka Bey’in İzmir ve Efes tersanelerinde inşa ettirdiği Anadolu’daki bu ilk Türk donanması üzerine bilgilerimiz genel hatlarıyla bunlardan ibarettir.
1092 yılında Çaka Bey’in, O zamanlar Anadolu’nun en büyük askeri gücüne sahip olan Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’la Bizans’a karşı dostluk ve ittifak tesis ettiğini tespit ediyoruz. Bu ittifak dostluğunu pekiştirmek için Çaka Bey, Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan’ı damat edinerek akraba da olmuştu. Bir süre sonra Çaka Bey’in Bizans’ı fethetme çabaları onu müttefiki ve damadı Selçuklu Sultanı ile karşı karşıya getirdi. Çaka Bey, Anadolu’nun kuzey Ege sahillerini, Çanakkale yöresini zapt ederek Marmara’ya ulaşmayı hedefliyor sonra da İstanbul’u fethetmenin hesaplarını yapıyordu. Çaka Bey’in Çanakkale taraflarındaki faaliyetlerinden Kılıç Arslan da memnun değildi. Zira o bu bölgeyi kendi fetih alanı olarak görüyordu. Bizans İmparatoru Aleksios, bu durumu kendi lehine değerlendirmiş, Kılıç Arslan’ı Çaka Beye karşı harekete geçmesi konusunda teşvik etmişti ve Çaka Bey Sultan Kılıç Arslan tarafından kılıçlanarak öldürülmüştür.
Çaka Beyliği
Çaka Bey’in öldürülmesi Türk tarihi bakımından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Her şeyden önce, askeri ve siyasi politikalarının merkezine denizciliği yerleştiren Çaka Bey’in ölümünü müteakiben Haçlıların Anadolu’dan geçişi ve İzmir ile birlikte sahil bölgelerinin Türk hâkimiyetinden çıkışı, Anadolu’da Türklerin arasında denizcilik faaliyetlerinin gelişimini uzun süre geciktirmiştir. Çaka Bey’den sonra İzmir yerine Efes’i merkez edinen kardeşi Tanrıvermiş, Beyliği yaşatmaya çalışmıştır. Fakat 1097 yılında Haçlı ordularının yardımıyla İzmir ve çevresi de dâhil olmak üzere tüm Batı Anadolu’da Bizans yeniden hâkimiyet kurmayı başarmıştı. Böylece İzmir’de Çaka Bey’in liderliğinde kurulan ilk Türk hâkimiyeti on altı yıl kadar sürebilmiş ve egemenlik tekrar Bizans’a geçmiştir.
Bizans’ta Palaiologos hanedanının iktidarda olduğu XIII. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı Anadolu ya yönelik Türkmen yayılması büyük bir ciddiyet ve yoğunluk kazanmaya başladı. 1280 ve 1290’lı yıllarda Batı Anadolu kentlerinden İzmir, Nif, Aydın, Manisa Türkmenlerin sıkça saldırılarına hedef oldu. Yine bu yıllarda Batı Anadolu’da Gediz, Büyük ve Küçük Menderes vadilerinin kapsadığı alanlarda özellikle kırsalda hâkimiyet tamamen Türkmenlerin kontrolüne geçti. İzmir gibi büyük kent merkezlerine yönelik saldırıları Bizans yönetimi merkezden gönderdiği kuvvetlerle geçici bir süre için durdurabiliyordu, ama XIV. yüzyılın başından itibaren Türkmen fetihleri önüne geçilemeyen bir sel halini aldı.
Aydınoğulları Donemi
Aydınoğullarının İlk Hâkimiyet Dönemi
Aydınoğulları Beyliğinin kurucusu Mehmed Bey, Germiyan ordusunda komutan iken Tralles (Aydın) ve çevresini fethetmekle görevlendirilmişti. Mehmed Bey, kendisinden önce bölgede fetih faaliyetlerinde bulunarak başarılar kazanmış olan ve başka bir Türk beyi Sasanın elinden Tire, Ayasuluğ (Selçuk) ve Birgi’yi alarak, bölgeye sağlamca yerleşti (1308). Birgi’yi kendine merkez edinen Mehmed Bey, Beyliğini ilan ederek özellikle İzmir ve çevresine yönelik gaza ve cihat maksatlı harekâtlara girişti. Bu dönemde başta Birgi olmak üzere bölgedeki kentler sosyal ve dini amaçlı yapılarla donatılarak imar edildi. Birgi’de 1311-1312 yıllarında inşa edilen Ulu Cami, Aydınoğlu Mehmed Bey’in günümüze kadar ulaşan en nadide eseridir. Duvarları kesme taşlarla örülü olan camiinin dış yüzeyinde hayvan ve bitki motifli kabartmalar bulunmaktadır. Kare planlı olan camii, beş nefli ve sekiz sütunlu ve ahşap tavanlıdır. Çivi kullanılmadan geçme sistemiyle inşa edilen minber eşsiz bir sanat eseridir. Caminin minaresi kalın tuğladan ve süslemeli olarak inşa edilmiştir.
1334’de Aydınoğlu Mehmed Beyin ölümüyle Beylikte, Ulu Bey konumuna yükselen Umur, Beyliğin merkezini İzmir’e taşıdı. Bu yıllarda İzmir’de bulunan ünlü seyyah İbni Batuta, İzmir’in büyük bir şehir olduğunu ve sürekli el değiştirdiği için şehrin bir bölümünün virane bir durumda bulunduğunu belirtmektedir.
Bu arada Gazi Umur Bey’in yükselişi büyük Hıristiyan güçlerini endişelendiriyordu. Özellikle Umur Bey’in Ege denizindeki seferleri sonunda, Latinlerin yakın doğudaki çıkarları tamamen yok olduğundan, Papa, Aydınoğulları’na karşı bir Haçlı seferi düzenlenmesini teşvik etti. Bu defa 1344 yılında Kıbrıs, Cenova, Venedik ve Rodos’un sağladığı gemilerinden oluşan Haçlı donanması, ansızın ve büyük bir baskınla sahil İzmir’i aldı ve Liman Kaleyi ele geçirdi. Ancak Haçlılar, yukarı İzmir’i elinde tutan Umur Beyin, şiddetli ve devamlı taarruzlarıyla karşılaştıklarından, kesin neticeye ulaşamadılar. Sonunda antlaşma yapmaya karar verdiler. Bazı müttefiklerin antlaşmaya yanaşmaması üzerine, Papa bu antlaşmayı onaylamadı.
1348 yılında sahil İzmir’i zapt etmeye kesin karar veren Umur Bey, Liman Kale’yi şiddetli biçimde kuşattı. Kendisinin de sıradan bir asker gibi çarpıştığı bu saldırıda Umur Bey kaleden atılan bir okla şehit düştü. Onun naaşı önce Kadifekale’ye sonra da Birgi’ye götürüldü ve oradaki Ulu Camii’nin yanındaki türbede babasının yanma defnedildi. Onun yerine Beyliğin başına ağabeyi Hızır Bey geçti. 1348 yılında Hızır Bey Haçlılarla yaptığı anlaşmayla yaparak, Aydın Beyliğinin adeta denizlerdeki etkinliğine son verilmiş, Hıristiyan tüccarlar Aydın Beyliği ülkesinde büyük ayrıcalıklar elde etmişlerdir. 1350 yılında anlaşmayı onaylan Papa, İzmir’in sahil kesimindeki kalenin muhafazasını Rodos şövalyelerine bıraktı.
Aydınoğulları Beyliği XIV. yüzyılın ikinci yarısında zayıflamış durumdaydı. 1389 Kosova Savaşında Osmanlılara yardımcı olan Aydın Beyliği, savaş meydanında tahta oturan Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid (1389-1402) tarafından ele geçilerek Osmanlı sınırlarına katıldı.
Dolayısıyla İzmir ve çevresindeki kentler de Osmanlı egemenliğine girdi. Yıldırım Bayezid de tıpkı Umur Bey gibi sahil İzmir’deki Liman Kalesini düşürmek için uzun süre kuşattı. Ancak onun da donanması yetersiz olduğu için denizden kuşatma yapılamadı. Bundan dolayı Latinleri oradan söküp atmak mümkün olamadı.
Emir Timur’un İzmir’i Zaptı
1402 tarihinde Ankara Savaşında Yıldırım Bayezid’i yenen Emir Timur kışı geçirmek üzere Batı Anadolu’ya doğru hareket etti. Önce Denizli’ye oradan da Ayasluğ’a ve daha sonra da Tire’ye geldi. Burada kendisine İzmir’in durumuyla ilgili bilgi sunuldu. Şehrin Latinlerle Müslümanlar arasında bölünmüş olduğunu, Türklerin İzmir için verdiği mücadeleleri ve Hıristiyanların burayı elde tutabilmek için sarf ettikleri çabaları öğrenen Timur, burayı fethetmek ve fethin sağlayacağı şanı sahiplenmek için hemen öncü birliklerini gönderdi.
İslam dünyasında gelenek olduğu üzere Timur, İzmir’deki şövalyelerin lideri Guillaume de Mine’e haraç ödemesi ve itaat etmesi teklifinde bulundu. Timur, 1402 yılının Aralık ayının başlarında İzmir’e gelmiş olmalıdır. Yaptığı teklifin reddedilmesi üzerine Timur, Hıristiyanların elindeki İzmir’in kuşatılması emrini verdi.
. Bu şiddetli hücum en nihayetinde beklenen sonucu vermiş ve muhtemelen 9 Aralık 1402 tarihinde Gavur İzmir olarak bilinen sahil İzmir ve Liman Kalesi Müslümanların eline geçmişti. Kale temellerine kadar yıkılıp molozları denize döktürüldü. Bu sırada yardıma gelen birkaç Hıristiyan gemisi kale için yapılacak bir şey kalmadığını anlayınca geri döndüler. Buradan kazanılan ganimet Kadifekale çevresindeki Müslümanlara bağışlandı. Timur’un fethiyle Müslüman ve Gavur olmak üzere ikiye ayrılmış İzmir birleşmiş oldu ve büyük Emir, İzmir’i Aydınoğlu Musa Bey’e verdikten sonra şehirden ayrıldı.
İzmiroğlu Cüneyd Bey
Timur, fethettiği İzmir’i Aydınoğlu Musa Bey’e bırakmıştı. Fakat onun Anadolu’dan çekilmesinden sonra Aydınoğlu ailesinden Cüneyd Bey, İzmir’e sahip olmuş ve hatta bir süreliğine Aydınoğulları Beyliğinin bir zamanlar ki tüm topraklarını kontrol ederek âdeta yeni bir beylik kurmuştu. Merkezi İzmir olduğu için de kendisi İzmiroğlu adıyla anılmaktaydı. Fetret devrinde Osmanlı Şehzadeleri arasındaki taht kavgasında Cüneyd Bey taraflar arasında sıkıntı yaşadı. Çelebi Mehmed, Anadolu harekâtı sırasında Cüneyd Beye Osmanlıya tabi olması için çağrıda bulundu. Cüneyd Bey, bu çağrıyı dikkate almayarak savunma tedbirleri almaya başladı. Bunun üzerine Çelebi Mehmed, önce kuvvet kullanarak Çandarlı’yı zapt etti. Arkasından Menemen, Kayacık ve Nif (Kemalpaşa) kalelerini düşürdükten sonra İzmir’i kuşattı.
Çelebi Mehmed döneminde İzmir ve çevresi dini-sosyal içerikli bir isyana da şahitlik etti. Tarihe Şeyh Bedrettin İsyanı olarak geçen bu hareketin baş aktörü olan dönemin ünlü âlimlerinden Şeyh Bedrettin, sosyal-dini içerikli düşüncelerini yaymak için faaliyet alanı olarak İzmir çevresini de seçmişti. Onun halifesi Börklüce Mustafa, Dede Sultan lakabıyla Karaburun-Urla arasında Bedrettin’in düşüncelerini yayarken Manisa taraflarında ise Torlak Kemal benzer bir çalışma içerisinde bulunuyordu.
OSMANLILAR DONEMI'NDE İZMİR
Osmanlı Yönetiminde İzmir
İzmir, II. Murat döneminde 1424’te kesin olarak zapt edildikten sonra, 1919 Yunan işgaline kadar kesintisiz Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Şehir, Osmanlı yönetimine girdikten sonra Aydın Sancağına bağlı bir kazanın merkezi haline gelmiştir. Kazanın sınırları kuzeyde Karşıyaka, doğuda Bornova, Buca, güneyde Torbalı, batıda Çeşme, Seferihisar ve Karaburun’u içine alıyordu ve merkezi İzmir kadısının ikametgâhı olan İzmir şehriydi. İzmir Aydın Sancağına bağlı iken, 1573’te Kaptanpaşa eyaletine katılan Sığla Sancağının içine alındı.
İzmir’in Osmanlılar tarafından fethinden sonra nüfusuna dair ilk bulguları Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılan 1528 tahririnde (kayıtlarında) bulmak olasıdır. Bu tarihte İzmir’de l’i gayr-i Müslim olmak üzere 5 mahalle bulunmaktadır. Bunlardan 3’ü Kadifekale’nin yamaçlarında bulunan Faik Paşa, Han Beğ (Pazaryeri) ve Mescid-i Selatinzade’dir. Sahilde ise Liman (Limon) Mahallesi bulunmaktadır. Gayr-ı Müslim Mahallesi ise tamamen Rumlardan oluşmaktadır. İzmir halkının 50 hanesi ise şehir dışında Boynuzsekisi köyünde yaşamaktadır. İzmir’de nüfusun çoğunluğunu Türkler temsil etmekteydi. Toplam olarak şehirde, Müslüman, 31 gayr-i Müslim hane ve tahmini nüfusu ise 1.300 kadardır. Kütükoğlu’na göre İzmir bu haliyle daha çok bir kasaba görünümündedir.
İzmir’in 1840’lı yıllardaki Müslüman ve Yahudi nüfusları toplamının yaklaşık 20-25.000 civarında olduğu sonucuna varılabilir. Aynı tarihlerde yapılan temettü sayımlarında İzmir’de yabancı tabiiyetindeki gayr-i Müslimlerin sayılarının tespiti mümkündür. İzmir’de en çoğu Yunan, İngiliz, Avusturya, Fransız tabiiyetlerinde olmak üzere toplam 10-12.000 arasında yabancı tebaa yaşamaktaydı. Osmanlı tebaası olan Rum ve Ermenilerin sayılarının da Müslüman nüfus kadar olduğu farz edilse bile şehrin nüfusunun 30-40.000 arasında bulunması, devamlı ikamet etmeyenlerle bu rakamın ancak 50.000’e çıkmış olması gerekir. Seyahatnameler, 19. yüzyıl İzmir nüfusu için genellikle 100.000’i aşan rakamlar verirler. Ancak zaman zaman bunun altındaki rakamlara da rastlanır. Bunda her halde sık sık vuku bulan salgın hastalıklar ve depremler dolayısıyla verilen kayıplar rol oynamış olmalıdır.
Ticaret Kenti Olarak İzmir
İzmir’in Osmanlı dönemi tarihi incelendiğinde kentin diğer yerleşim bölgelerine göre önem kazanması, büyük ölçüde ticari gelişme ile paralel bir seyir izlemiştir. Bu açıdan bakıldığında, Batı ve Orta Avrupa’nın 15. ve 16. yüzyıllar Osmanlı ticareti içindeki yerinin oldukça sınırlı olduğu görülmektedir. 16. Yüzyıldan başlayarak Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz’e açılmaya başladığında, bu bölgedeki ticareti denetimi elinde bulunduran Venedikliler ile karşılaşmışlar ve Venedik’in bölgedeki ticari ve askeri üstünlüğünü kırmaya çalışmışlardır. Daha önceki dönemlerde Venediklilere tanınan ayrıcalıkları geri alarak, onlarla rekabet halinde olan diğer İtalyan şehir devletleriyle işbirliğine girmişler, Ceneviz, Floransa ve Ragusa devletlerine tekeller ve başka ticari ayrıcalıklar tanıdılar.
Bilindiği gibi Levantenler, Doğu Akdeniz liman şehirlerini yerleşim alanı olarak seçmişlerdir. Bu şehirlerin önde gelenleri Halep, Suriye, İskenderiye, İzmir ve İstanbul’dur. Ortak özellikler; tarihsel olarak önemli ticaret yollarının üzerinde bulunmak olan bu şehirlerden İzmir ve İstanbul, coğrafi ve politik konumları açısından diğerlerine göre daha büyük bir önem taşımaktadır. Güvenli ve aynı zamanda ticari faaliyetler için oldukça elverişli koşullara sahip olduklarından Levantenler birkaç nesil burada yaşamışlardır.
Levantenlerin özellikle İzmir ve İstanbul’a gelip yerleşmelerinin en önemli nedeni, kazandıkları paraları devletten sağladıkları ticari ayrıcalıklar sayesinde sürekli arttırmaları olmuştu. Sözü edilen şehirlerin ticari açıdan önemli birer limanı olması nedeniyle devlet, gümrük gelirlerini arttırmak için bunlara birçok avantajlar sağlıyordu.
17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar İzmir’in önemli bir ticaret merkezi olmasında ve ticaret hayatının gelişmesinde Levantenler çok önemli bir rol oynamışlardı. Levantenleri, hem ticari, hem de siyasi olarak güçlendiren en büyük neden, kapitülasyon adı verilen ayrıcalıklardı.
Kentin fiziksel mekânını farklılaştıran bir diğer alan ise, 17. yüzyıl içinde gelişen hanlar bölgesidir. Yüzyılın başından itibaren canlanan ticarete paralel olarak birçok han birbiri peşi sıra inşa edilmeye başlanmıştır. İzmir’de yabancı tüccarlara hizmet veren hanların sayısı yüzyılın başında 25’ken, 1670’te 82’ye ulaşmıştı.
Helen, Roma, Bizans, Beylikler, Selçuklu ve Osmanlı gibi bu coğrafyanın görmüş olduğu bütün önemli uygarlıklara ve imparatorluk modellerine ev sahipliği yapma onurunu taşıyan yüzlerce yılın olgunlaştırdığı tarihsel ve kültürel birikimle doğunun en batısı, batının en doğusu İzmir, bünyesinde barındırdığı çok kültürlü yaşam olanaklarıyla Osmanlı İmparatorluğunun batıya açık penceresi konumundaydı. Levanten, Gayr-ı Müslim ve Türklerden oluşan bu çok kültürlü mozaik 19. yüzyılın ürettiği milliyetçilik akımının etkisiyle bir çatışma ortamına sürüklenmiş, I. Dünya Savaşı sonunda yolculuk güncelerinde Doğunun Paris’i olarak adlandırılan İzmir, imparatorluğun çöküşüyle birlikte 15 Mayıs 1919’dan itibaren emperyalistlerin işgali altına girmiştir. İzmir’in işgali Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşının da öncüsü olmuş, üç yıl süren işgal Dokuz Eylül 1922’de Türk ordularının İzmir’e girmesiyle birlikte sonlanmıştır.
CUMHURİYET İZMİR'İ
İŞGAL, TEPKİLER VE KURTULUŞ
15 Mayıs 1919 Perşembe günü İzmir, başta İngiltere, Fransa ve ABD olmak üzere emperyalist devletlerin ortaklaşa almış oldukları bir kararla Yunan ordusu tarafından işgal ediliyordu. İzmir’in işgal edileceği haberini bir gün önceden yani 14 Mayıs günü haber alan İzmirliler bu olup bitenler karşısında tepkilerini ortaya koyabilmek amacıyla İzmir Sultanisinde toplanarak bir bildiri hazırladılar ve İzmirlilerin bu bildiriye göre hareket etmeleri gerektiği kararlaştırıldı. Daha sonra Mustafa Necati, Moralızade Halit ve Ragıp Nurettin Beylerin Redd-i İlhak Cemiyeti adına hazırladıkları bu bildiri basılarak Türk mahallelerine dağıtıldı.
Bu gelişmeler ışığında 15 Mayıs sabahı tanyeri ağarırken Karaburun açıklarında hafif dumanlar yükselmeye başladı. Giderek arttı. Yunan savaş gemileri İzmir’e doğru yol alıyordu. Rumlar Kordonda toplanmaya başlamıştı, Yunan askerlerini karşılamak ya da yüksek yerlerden zırhlıların limana girişini seyretmek için can atıyordu. Bütün ev ve iş yerleri akşamdan Yunan bayraklarıyla donatılmıştı. Türkler ise, bütün olup bitenleri kaygılı bakışlarla izliyordu. Çıkarma, Punta’dan Avcılar Kulübü önünden yapılacaktı.
Yunan işgal kuvvetleri Avcılar Kulübünden Hükümet Meydanına doğru ilerliyor, herkes bütün gücüyle “zito diye bağırıyordu. Her tarafta Yunan bayrakları bunların ortasında da büyük bir Venizelos resmi görülüyordu. Fakat Sarıkışla önüne geldikleri zaman heyecan doruk noktasına ulaşmış bulunuyordu. 15 Mayıs 1919 sabahı valinin ve kolordu komutanının, yani İzmir’de vazifeli resmi Osmanlı görevlilerinin teslimiyetçi tutumlarına rağmen tek başına direnen, Konak Meydanındaki askeri kıraathanenin önünde elinde Yunan bayrağı taşıyan bir Yunan teğmenini sıktığı ilk kurşunla öldüren ve sonra ilk kurşunu sıktığı yerden yüz elli metre uzakta Yunan askerleri tarafından vurularak şehit edilen asıl adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin’di. Yaşanan kısa bir panikten sonra Yunan askerleri kolordu binasını, vilayet konağını ve daha çok sivillerin bulunduğu Kemeraltı girişini, çevredeki otel ve kahveleri yaklaşık bir saat boyunca ateşe tutmuşlardı.
İzmir Emperyalist İşgalden Kurtuluyor
23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi Ulusal Kurtuluş Savaşına yeni bir boyut ve örgütlenme anlayışı kazandırdı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla birlikte bağımsızlık hareketi yasal bir parlamento aracılığıyla sürdürülmüş, aynı zamanda işgallere karşı savaşım veren Kuvva-yı Milliye güçleri düzenli ordu birlikleri haline getirilmişti. Batı cephesinde TBMM’nin düzenli ordularının gerçekleştirdiği ve düşmanı bozguna uğrattığı Birinci ve İkinci İnönü ile Sakarya Savaşları; Türk ulusunun birlik ve beraberlik içerisinde ulusal aidiyetlerini birleştirdiğinde, bütün olumsuz koşullara rağmen neleri başarabileceğini tüm dünyaya gösteren gelişmelerdi. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak başkomutan Mustafa Kemal Paşa önderliğinde 26 Ağustos 1922 sabahı başlayan Büyük Taarruz’un artık bir tek hedefi vardı; 15 Mayıs 1919’dan bu yana işgalin bütün acılarını yaşamış ve bütün sıkıntılarına katlanmış İzmir’in düşmandan kurtarılması! Gerçekten de Mustafa Kemal Paşanın 1 Eylül 1922 günü “... Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!..” sözleriyle taçlanan ve bütün Batı Anadolu kentlerinin sekiz gün içerisinde işgalden kurtarılmasını sağlayan o ünlü komutta Akdeniz’den kastedilen aslında İzmir’in düşman işgalinden kurtarılmasıydı.
9 Eylül 1922: Türk Orduları Güzel İzmir’de!
26 Ağustos 1922’den itibaren hızla ilerleyen Türk ordusunun 9 Eylül 1922 sabahı Fahrettin Altay Paşaya bağlı süvari birlikleriyle Belkahve sırtlarından İzmir’e doğru inmeleriyle birlikte bu haklı ve onurlu savaş sonlanmış oluyordu. İzmir ve İzmirliler, Dünya üzerinde başka hiçbir kente nasip olmayacak bu gururu 9 Eylül 1922 sabahıyla birlikte doyasıya yaşıyorlardı. Yüzbaşı Şerafettin ve arkadaşlarının ellerinde İzmir Hükümet Konağında dalgalan Türk bayrağı; tüm Dünyaya yeni bir dönemin başladığını adeta haykırıyordu. Emperyalistler, Mustafa Kemal’in daha Kasım 1918’de İstanbul’da Anadolu’ya geçmeden büyük bir inancın dışavurumu olarak ifade ettiği gibi; geldikleri gibi gidiyorlardı.
Kaynakça:
“Kent Tarihi “ Prestij Kitabı- İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yayını